19.09.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Haldun Taner - Hak dostum diye, başlayım söze... - 2 Haziran 1974
TAM DÖRT YIL OLMUŞTU
Ölümünün üstünden dört yıl geçmiş. Bugün hatırası anılacak. Adına konulan Roman ödülü verilecek. Orhan Kemal, ömrü boyu durmadan yazdı. Yaşamının en tatlı ve dolu kısmı kahvelerde geçti. Kahvede evinde gibi idi. Bu çeşitli hikâye ve roman materyalinin ortasında bütün varlığı tetikte, zeki ve alaycı gözleri pırıl pırıl gözlem toplardı. Kendi kendini ne güzel anlatıyor:
... Beni çoğunlukla gündüzleri sokakta görürler. Ben devamlı bir yerlere giderim. Bir yerlere uğrar, bir yerlerden bir yerlere göçer dururum. Yıllardır her sabah, yaz demez, kış demez sabahın dördünde kalkarım yataktan. Ve sabah dokuza kadar yazımı yazarım. Sonra sokağa çıkarım. İkbale uğrar kahvemi içerim. Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamım günü gününe sürer gider. Her gün çalışmak her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu ara, halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler.
Durup dinlenmeden yazdı. Kafasında ekmek kaygusu, sırtında çok nüfuslu bir ailenin sorumluluğu. Ağırdan almayı, kendini pahalıya satmayı bilmiyordu. Ya da tenezzül etmiyordu. Bundan dolayı Ankara Caddesi’nde, Yeşil Çam’da, Tiyatro dünyasında sömürüldü durdu. Yaşı kadar eser verdiği halde bir rahata kavuşamadı. Bereket, iyimser yaratılışta idi. En büyük çıkmazlara saplandığı günler ilkin bir keyfi kaçar, rengi uçar, ama bir de ertesi gün bakardınız, durum aynı kaldığı halde, onun duruma bakış açısı ışıklanır ve Orhan Kemal hâlâ şimdi kulaklarımda çınlayan o sevimli kahkahalarını atmaya başlardı. Bu kahkahada, hiç değilse başlangıcında, bir zorlama bulunabilirdi. Buna iradenin meşru bir karşı koyma gücü de diyebiliriz. İlkin bektaşice bir boş veriş, kalenderce bir sineye çekiş havası veren bu kahkaha, giderek, önemsizi kenara itip önemliye umudunu yenileyişten başka bir şey değildi. Esas olan insanın hızı idi. Güveni idi. İtici gücü idi, hiçbir geçici arıza bunu kesmemeli, yavaşlatmamalı idi. Ben başıma gelenleri dış dünyadan kopup, kendi kabuğuma çekilerek geçirmeğe çabalarken, dışa dönük Orhan Kemal derdini hep kahvelere işçilere, küçük adamlara yönetip unutmak yolunu tutuyordu.
Hiçbir hikâyeci ile arkadaşlığım Orhan’la olduğu kadar candan ve pürüzsüz olmadı. Herkesin, herkesle çok kolay küsüştüğü, alıngan bir edebiyatçılar ortamında, biz ezelden ebede barışık iki kardeş gibi yaşadık. Yaratılışımız, yetişme tarzımız, hatta hikâye tarzımız ve üslubumuz, ayrı ayrı idi. Ama onunla bir sürü başka ortak yanlarımız vardı: Bir kere aynı yaşta idik. Dünya görüşümüz ortaktı. İkimiz de alabildiğine şakacı idik. Ve hele o yıllar, bu şakacılık bizim yaşamımızın en belirgin yanı idi. Özel serüvenlerimiz, kaçamaklarımıza kadar, birbirimizden saklımız, gizlimiz yoktu. Bazen sık görüşmesek bile, karşılaşınca, her zaman berabermişiz gibi olurduk.
YÜZDE YÜZ HALKÇI BİR YAZAR
... Hikâyelerini beğenerek okurdum. Kendisini ilk olarak, Adana’yı bırakıp İstanbul’a yerleşmek istediği 1952’lerde gördüm. Bedri Rahmi’nin atölyesinde, üşümüş gibi oturuyordu.
... Nadir kötümser günlerinden birinde idi. İstanbul’daki ilk günlerinde yaptığı iskandiller, Adana’da umduğunun tersine olarak. burada geçimini kolay sağlayamıyacağını göstermişti. Kimse Orhan’dan yazı, skeç almak istemiyordu. Bir ara bocaladı. Ama bu durumlarda her zaman yaptığı gibi bir küçük umut ışığına tırmanıp alçak gönüllü bir geçim sağladı. Alçak gönüllülük onun efendi kişiliğinin en belirgin özelliklerinden biri idi. Yazısının edasında bile, en küçük bir üstten alış, bir bilgiçlik, bir aydın böbürü yoktur. İşçilerin, küçük adamların yaşamını yansıtırken kendi de sanki onlardan biri, belki de sadece daha iyice giyimli, daha dedi toplu düşünen, ağzı laf yapabilen bir ağabeyleri gibi idi. Halkla bu kadar övünür oluşunda, çoğu sözüm ona halkçı yazarlarımızdan farklı bir yanı vardı. Orhan çocukluğumdan başlayarak emekçilerle, sokaktakilerle, kahvedekilerle düşüp kalkmıştı. Çukurova’da, Suriye’de, Lübnan’da başıboş ve çoğu zaman sokakta geçen çocukluğundan sonra, fabrika işçiliği, fabrika katipliği, muhasebe memurluğu yaptığı zamanlar, daha sonraki yazarlık yaşamının ilk hammaddeleri bilincine ve bilinçaltına yerleşmiş ve bunlar daha sonraki Orhan Kemal’in kişiliğinin de özünü teşkil etmişti. Orhan’a, politikacı ve avukat olan babası Abdülkadir Kemali Beyin mücadeleci ve onurlu kişiliğinden elbet çok şeyler geçmişti...
Ama, ben böyle sanıyorum ki, Orhan Kemal’de babasının sürgünlük durumu, çok daha etkin bir iz bırakmış olacaktı.
Bana büyük romancı Kemal Tahir’den ilk söz açan da odur. O yıllarda Kemal Tahir’i henüz kimse bilmiyordu. On iki yıl hapse mahkum edilmiş olan Kemal Tahir, bu süre içinde arı gibi durmadan çalışmış, sarı defterler dolusu materyal biriktirmişti. Gerçi bazı gazetelere takma adlarla tefrikalar yolluyordu. Ne var ki, bunlar sırf para kazanmak için çırpıştırılmış şeylerdi. Ünlü yazarın, edebiyat dünyasını ilk etkileyen eseri zamanki Tan gazetesinde tefrika edilen “Göl İnsanları” oldu. Adı yine takma idi. Cemalettin Mahir imzasıyla çıkan bu hikâyeleri okumuş, hayran olmuştum. Bu hayranlığımı Orhan’a da açtım. Meğer o, yazarı Bursa hapishanesinden tanırmış. Mektuplaşırlarmış.
Asıl adı Kemal Tahir’dir. Dört romanı var ki, roman derim sana. Piyasaya çıktığı anda bütün romancıların, ben dahil, çanımıza ot tıkanır. Tezgâhta olan yedi sekiz başka romanı da caba demişti.
Yıllar sonra aynı Orhan Kemal’in, aynı Kemal Tahir için ileri geri konuştuğunu duyunca inanamadım. Geçici bir öfke ürünü saydım. Ama yabancı bir konsoloslukta verilen bir kokteylde Kemal Tahir’i selamlamayışı, onunla konuşmayışı üzerine, aramızdaki dostluğa güvenerek, Orhan’ı kenara çektim.
Ve o zaman sinsi bir taktikle onun da nasıl kandırıldığını gördüm. İşin, sevinilecek yanı, o da gördü. Kemal Tahir’in, mertliği, dik sözlülüğü ve meslekteki su götürmez üstünlüğü Orhan Kemal’in de bal gibi tuttuğu şeylerdi. Mesleki kıskançlık denen şeyinse onda zerresi yoktu. Önünde sonunda, bu köksüz ve anlamsız dargınlık kalkmalı idi. Kalktı da. Orhan Kemal, böylesine da pırıl pırıl bir insandı.
SEVDİKLERİNE TAKILIRDI
Sait Faik, bambaşka bir hikâye tarzının ustası olmakla birlikte Orhan’ın beğendiği yazarların başında gelenlerdendi, diyebilirim. Sait’in, Orhan’ın hikâye tarzına aynı hayranlığı gösterdiği söylenemez. Buluttan nem kapan Sait Faik, Orhan Kemal’in muzip, şakacı, yaramaz çocuk tutumundan hor zaman ürkerdi. Bu ürkeklik sebepsiz de değildi. Orhan’ın şakaları, zavallı Sait’in başına nice çoraplar örmüştü.
Mark Twain Cemiyeti’ne üye seçilişini bile, Sait Faik’in burnundan getirmişti. Gitmiş:
Bu cemiyet bir acaib cemiyetmiş Sait, demiş. Oraya özellikle şu şu çarpık vasıfları olanları toplartarmış. Türk edebiyatında bu vasıtta bir seni bulmuşlar. Yoksa ne hikâyelerinden, ne de edebiyatçılığından haberleri var, demiş.
Sait Faik, bunu ilkin Orhan’ın kıskançlığına vermiş. Onu yanından kovmuş. Ama daha sonra, içine bir kurt düşmüş. Olur mu olur. O günden sonra kendini kim kutlayacak olsa “Orhan göndermiştir” sanıp, ana avrat küfredip, yanından koğuşu da bundanmış.
Orhan Kemal, nazı geçtiği arkadaşlarına takılmaktan çok hoşlanırdı. Bunlardan biri, gelişmesine yardım ettiği ve romancılığını beğendiği bir hem şehrisiydi. Uzun zaman ortada görünmeyen bu genç, günün birinde, şuna buna, (norasteni) olduğunu anlatınca Orhan dayanamamış, meşhur kahkahalarından birini atıp:
Şu çarıklının yediği naneye bak, demişti. Daha adını bile belleyememiş. Nörasteniyi norasteni yapmış. Nörasteni, benim bildiğim, entelektüel hastalığıdır. Ne malın gözüdür şu bizimki. Baktı ki, entelektüel olamıyor, hiç değilse hastalığını olayım, dedi.
NAMUSLU KALEM
Kendisi hiçbir zaman entelektüelliğe özenmedi. Halktan topladığını, halka veren halkçı bir yazar oldu. Akıcı, zorlamasız, açık anlatımlı bir üslubu vardı. Karakteri en can alacak yerlerinden yakalar verirdi. Kişilerini hep bir aile ilişkisi içinde yansıtmayı adet edinmişti. Dialogları yaşamdan alınmış gibi doğal ve canlı idi. Tiyatro tekniğini iyi bilmemesine karşın, sırf bu iki niteliğinden, güçlü karakter ve canlı diyalog kurma yeteneğinden, başarılı oyunlar yazdı. “72. Koğuş”. “Kardeş Payı”, Ulvi Uraz’ın ölmezleştirdiği “Murtaza” bunların başında gelir. Roman ve hikâyelerinin seçkin özelliğini herhalde burada benden öğrenmeyeceksiniz.
Orhan Kemal, bu delikanlı yürüyüşlü, her dem taze görünüşlü neşeli adam, Adana’nın bir zamanlar zehir santrforu Orhan Kemal, henüz orta yaşlılığını sürdürürken birkaç hastalığın birden hücumuna uğradı. İlk ağızda büyük canlı ve iyimserliği ile bir bir onlardan kurtuldu. Ama 2 Haziran 1970’de bir dış gezi sırasında hayata gözlerini kapadı. Ölmeden biraz önce bir kâğıda:
Eşe dosta selam diye yazmıştı. İnandığı doğruların adamı olarak yaşadığını ve yazdığını yazmıştı. Kursağına hakkı olmayan bir kuruşun dahi girmediğini yazmıştı.
Bunları yazmasına gerek bile yoktu. Emekçiler başta olmak üzere, bütün okudan onun kişiliğinde Türk edebiyatının en namuslu kalemlerinden birini kaybettiklerini biliyorlardı. Biliyorlar.