24.10.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Seray Şahinler - Ummanlı yazar ve akademisyen Jokha Alharthi, 2019’da kazandığı Man Booker ile edebiyat tarihine adını yazdırdı. Yazarın “Dolunay Kadınları” romanı edebiyatın en prestijli ödüllerinden Man Booker’a layık görünen Arapçadan çevrilmiş ilk roman oldu. Alharthi, romanda üç kız kardeş üzerinden ülkesinin toplumsal dönüşümüne dair bir öykü sunuyor. Umman’ın bir köyünde kız kardeşlerin aynı kader dokusundaki hikâyesi, farklı yollara doğru ilerlerken bu döngüyü kırmak için bambaşka hayatlar kurmaya çalışan çocukları, aynı göbek bağıyla bağlanmış gibi çemberi yeniden döndürüyor. Yazarın önümüzdeki yıl yeni bir romanı daha Türkçede yayımlanacak. İstanbul’a konuk olan Alharthi ile konuştuk.
Umman’da yaşanan toplumsal değişimi üç kız kardeş üzerinden anlatma fikri nasıl doğdu?
Başta üç kadını düşünmüyordum. Umman’la ilgili eskiyi ve yeniyi anlatan bir şey planlıyordum. Bu romanı yazmadan birkaç yıl önce hatırlamak istedim. Küçükken ninemin geleneksel bir çiftliği vardı. Orada gördüklerim, geleneksel eşyalar ve mimari bir gün ortadan kaybolacaktı. Çünkü Umman kısa bir sürede hızlı bir değişim yaşadı. Yaşadıklarımı, gördüklerimi bir kitapta yazmak ve sonsuza kaydetmek istedim. 26 yaşında Edinburgh’a doktora için gelmiştim. Oralarda gurbeti ve soğuğu yaşadım. Tezimi İngilizce yazmaya çalışırken Arapça bir şeyler yazmak ve bunda Umman’ı anlatmak istediğimi fark ettim.
Toplum değiştikçe birey de değişiyor. Romandaki kadınlar geleneği, moderni ve ikisi arasında sıkışıp kalanları sembolize ediyor .
Evet romanın ana fikri bu. Romanı yazmaya başladığımda o geleneksel havayı romana aksettirmek istediğimde üç kızı düşünmeye başladım. Nasıl yazabilirdim diye düşünürken, bu üç kızın o değişimi aktarabileceğine karar verdim. Çiftlikte geleneksel mimarlığı, eski âdetleri gördüğümde onlara ne kadar tutkun olduğumu fark ettim. Umman tek ya da iki nesilde büsbütün bir değişim yaşadı. Körfez ülkelerinde bu değişim çok hızlı yaşanır. Asırlarca değişmeyen o geleneklerin birden değişmesi çok büyük bir etkiydi hepimiz için. Nineme “Kölelik kaldırıldı, artık bir köle bile alınmayacak” deseler çok garip bulurdu. Bu hızlı değişimi aktarmak istedim. Geleneksel evleri bir apartmanla değiştirmek, elektronik aletlere adapte olmak çok kolay. Biz insanlar yeni ahlak ve etik anlayışına nasıl yaklaşacağız? Bunu düşünüyorum.
Siz bu dönüşümden bir yazar olarak nasıl etkilendiniz?
Şöyle bir örnekle anlatayım: 80’lerde devlet okulu açıldığında birçok aile en büyük kızlarının üniversiteye gitmesine ortam çok karışık olduğu için müsaade etmedi. Aynı aile ikinci kızını üniversiteye gönderdi. Son kızını ise Batı’ya yolladı. Aynı ailede yaşanan değişim bu. Yazar olarak bunları gözlemlemekle meşgulüm. Bundan besleniyorum. Ödülü aldıktan ve roman birçok dile çevrildikten sonra bazı insanları kitabı Umman’ı tanımak için bir toplumsal belge olarak görmeye başladılar. Ama benim amacım ya da isteğim bu değildi. Yazmaya çalıştığım şey sadece bir roman, üzerinde oynanabilecek karakterler. Toplumu bir şekilde anlatmaya çalışıyorum. İncelemeler ve dokunuşlarla.
Bu aslında temelinde Umman’a dair bir öykü. Oranın toplumsal kodlarıyla bezenmiş.
Bir yazar ilk başta cesur olmalı. “Altıncı Hicri Yıl”da büyük bir âlim vardır, “Kim bir şey yazarsa o tenkit edilmeye hazır olmalıdır,” der. Bir yazar öncelikle buna hazır olmalı. Ben kendimi şanslı hissediyorum. Yaşadığım ortam bambaşka kültürlerden, hikâyelerden esintiye sahip. Küçükken yaşadığım, derlediğim hikâyeleri yazacağımı düşünmezdim bile. Tarihsel çemberler de bunun için önemli.
Kitap ödülden sonra birçok dile çevrildi, daha çok insana ulaştınız. Tepkiler nasıl oldu?
Hindistan’a gittiğimde “Bu roman tam bizi anlatıyor” dediler. Bir yazar olarak herhangi bir din, dil, ırk düşünmeden yazmaya çalıştım. Ama Hintliler, Müslüman bir yazar olmamdan dolayı çok mutlu oldu. Beni bir çembere dahil ettiler fakat ben onlarla aynı fikirde değillim. İspanya, Britanya, Yeni Zelanda gibi yerlerdeyse görmedikleri bir toplumu tanımaya başladıklarını söylediler. Onların dikkatini çekense karakterlerin arasındaki itilaflar, farklılıklardı.
Ödüle başvurulduğundan haberim bile yoktu
Man Booker Ödülü ile tarihe geçtiniz. Neler hissettiniz ödülü kazanınca?
O romanı yazarken tercüme edileceğini bile düşünmemiştim. Arap toplumuna yazmaya çalıştığım bir eserdi. 2018’de tercüme edildiğinde yayınevindeki sorumlu kişi Man Booker’a sunmuş. Benim haberim bile yoktu. Ajanstan arayıp listeye girmeye hak kazandınız dediler. Sonra ödül haberi geldi. Çok memnun ve mutlu oldum. Edebiyat dediğiniz zaman daha çok Lübnan, Mısır’ın edebiyatı akla gelir. Ama ben bu romanla bir ülkenin daha listeye eklendiğini düşünüyorum. Bu roman Umman edebiyatına da bir atıf. İngiltere’de yaşayanlar, Umman’ı araştırmaya, Arap edebiyatını tanımaya müsait eserler nedir diye araştırmaya başladılar. Bu da çok mutlu etti beni.
Batı’nın Müslüman klişesi kırılıyor
Son yıllarda Müslüman kadınların sesi daha gür çıkıyor, mücadeleleri daha görünür oluyor. Ben bu romanı bu sesin bir parçası gibi görüyorum.
Müslüman kadınlar hakkında yazılanlar klişelerden ibarettir genelde. Bütün yazılar baskı altında, reddedilmiş ve sesini çıkaramayan kadınları anlatır. O klişe hayattan uzak durmaya çalıştım. Yaşadığım hayat bu değil. Tabii ki baskı altında kadınlar var. Ama baskı altında erkekler de var. Müslümanların hayatları Batı’nın anlattığı ve yansıttığından bambaşka şeyleri barındırıyor. Onun için romanı yabancı dillere çevrilmeye başladığında kapak tasarımlarında peçeli ve ağlayan kadınlar gelmeye başladı. Hepsini reddettim çünkü bu gerçekçi olmayan oryantalist bir bakış açısı ve bizi yansıtmıyor.