16.05.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Yalnız bu iki ölüm olayı bildiğimiz cinayetlerden farklı görünüyordu. Filmlerde gördüğümüz, kitaplarda okuduğumuz türdendi. İçinde bir gizem, bir tür bilmece barındırıyordu. Birden içimdeki dedektiflik dürtüsü, isteği, yeniden kabarmaya başlamıştı. Ve müthiş de bir merak içindeydim. Sevgilisini elinden kaçıran ve izini kaybeden başarısız bir dedektif olarak ben, bu cinayetleri bakalım çözebilecek miydim?
Eski amirim, “kızıl” lakabını almadan önce bana “İnce Hayro” olarak takılırdı.
Şunu da belirtmeliyim ki, benim Barbaros Hayrettin Paşa ile benzerliğim sadece, işte bu “kızıl”lıktandır. Barbaros’un ismi İtalyanca “kızıl sakal” anlamına gelen barba ve rossa kelimelerinden türetilmiştir. İtalyanca barba “sakal”, rossa ise “kızıl” anlamına gelmektedir. Tabii bazı tarihçilerin bu isimle ilgili başka teorileri de vardır. Barbaros ismi aslında ağabeyi Oruç Reis’e aittir. Ancak onun ölümünden sonra kendisi tarafından da kullanılmıştır. Bazı tarihçiler bu ismin kızıla çalan sakalı yüzünden verildiğini söylerken, ünlü tarihçi Halil İnalcık, bu ismin, “Baba Oruç’un bozulmasından oluşmuş olabileceğini” ileri sürmüştür.
Neyse, çalışma arkadaşlarım da bana, “Hayro”yu atıp daha çok “İnce” derlerdi. Bu lakap detaylara fazla takıldığım, çok ince eleyip sık dokuduğum için meslektaşlarım tarafından verilmişti. Evet detaylara takılırdım. Çünkü mesleğim bunu gerektirmekteydi. Bu işe girerken “Şeytan ayrıntıda gizlidir” şiarı, düsturum olmuştu. Ayrıntıları göremezseniz, sorunları çözmekte sıkıntı yaşardınız bu işte. Ancak “kızıl” özelliğim ön plana çıkınca “ince”liğim dama atıldı. Zaten ben de sonra olayın içinden en önemlisini cımbızlayıp o hedefe yönelmeyi, diğer detayları ise atlamayı seçmiştim.
Bu cinayetlerde ise bir duygu durumu söz konusuydu. Ve intikam güçlü bir duyguydu. O kadar ki, eğer bu duygunuzu köreltmeyi başaramazsanız, sizi içten içe yer bitirirdi. Bütün benliğinizi, varınızı, yoğunuzu bu duyguya teslim edebilirdiniz. Bu cinayetler güçlü bir duygunun, intikam duygusunun eseriydi. Mandalinalar bu güçlü duygunun anahtarıydı. Belki de mandalina bahçeleri… İnsan bunu iliklerine kadar hissediyor ve kokusunu bile alabiliyordu. Cinayetler mandalina kokuyordu. Mandalina kokusunun aroması güçlüydü. Hele Bodrum mandalinasının…
Bu düşünceler içinde serseme dönmüş bir halde gözlerim kapanmaya başlamıştı.
Kendimi o kadar yorgun hissediyordum ki, daha fazla bir şeye kafa yoracak halim yoktu. Çayımın son yudumunu da içip kendimi çarşafların o tatlı serinliğine bıraktım.
Uykuya dalmadan önce babamın sesini duyar gibi olmuştum.
“Paşaaa!”
***
31 Ekim Cuma
Sabah evimde hafif bir kahvaltı yaptıktan sonra, hem bedenen hem ruhen gayet dinç bir şekilde büroya gidip ekibi topladım. Neler yapacağımızı ve önceliklerimizi belirlemek üzere önce bir beyin fırtınası yaptık, sonra herkese görevleri verildi. Güzide, Adli Tıp ve Olay Yeri İnceleme’nin raporları, maktullerin telefon, bilgisayar kayıtlarının incelenmesiyle ilgilenecek ve olası şüphelilerin bir listesini çıkaracaktı. Maktullerle ilgili herhangi bir adli kayıt olup olmadığını da araştıracaktı. Yani bir suça karışıp karışmadıklarını öğrenecekti. Ali ile Cengiz, sitelerin eski sahiplerini belediyeden araştıracak, özellikle mandalina bahçelerini sitelere dönüştüren müteahhitlerin kimler olduğunu öğrenmeye çalışacaktı. Gerekirse odalarla, birliklerle iletişime geçeceklerdi. Öte yandan mandalina bahçeleriyle ilgili protesto yapan çevreci dernekleri de saptayacaklardı. Bütün bu bilgileri akşama kadar masamda istiyordum. Bütün bilgilerin bugün toplanabileceğini hiç sanmasam da isteğimi belli etmiştim.
Kasım ayına giriyorduk ama havada tatlı bir sakinlik ve dinginlik vardı. Bodrum sanki yazın yorgunluğunu atıyor gibiydi. Yaprakların bile kımıldayacak hali yoktu sanki. Yazın neredeyse hiç görünmeyen Kalimnos adası, tüm heybetiyle ortaya çıkmıştı. Turgutreis’teki siteye gittik önce. Ailesi gelirse maktulün evinde değil, otelde kalmalarının istendiğini bildirmelerini istemiştim memur arkadaşlara. Çünkü evde yeterince araştırma yaptığımızı düşünmüyordum. Öğrendiğimize göre Orhan Bey’in eski eşi ve birkaç akrabası gelmişler ama uyarılar üzerine evde kalmayıp otele gitmişlerdi. Çocukları Aslı ile Tufan ise Amerika’dan yola çıkmışlardı.
Orhan’ın sağ kolu Abidin Acar, bizi Aksoy Müteahhitlik ve Mimarlık A.Ş.’nin kapısında karşıladı. Maktul şirketine kendi soyadını vermişti. Marinanın karşısında Gazi Mustafa Kemal Bulvarı üzerindeki iki katlı şık binanın tümü şirkete aitti. Içerisi de dışı gibi oldukça şık ve iyi döşenmişti. İçeride bir masanın başında önündeki dosyayı okuyan genç bir erkek ile binanın hizmetini yapan genç bir kadın vardı. İçeri girdiğimizde ikisi de dönüp bize bakmışlardı meraklı şekilde. Ne de olsa patronları cinayete kurban gitmişti. Neler olup bittiğini anlamaya çalışmaları normaldi. Otuzlu yaşlarda, zayıf, esmer bir adam olan Abidin bizi geniş bir salona aldı. Üzüntüsü halinden belli oluyordu. Üzerindeki gri takım elbise buruş buruş olmuştu. İki günlük sakal ona pejmürde bir görünüm vermişti. Baş sağlığı dileğimizden sonra oturmamız için gösterdiği kahverengi deri koltuklara oturmamış adeta gömülmüştük. Hizmetçi kadın hemen yanımızda bitti. Abidin onu görünce, “Ne alırdınız?” diye sordu soğuk bir şekilde. Biz teşekkür edip bir şey almayacağımızı söyleyip, hiç zaman kaybetmeden asıl sorumuza geçtik.
“Düşmanı var mıydı?”, “Mandalinalarla bir ilgisi var mıydı?”, “Mandalina bahçesi nedeniyle kendisine düşman olan birisi var mıydı?”
ARKASI YARIN...