15.05.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Ancak yine de ilgimi çekmişti bu İngiliz arkeolog. Belki sezgilerim yine ayağa kalkmıştı, sonuçta altıncı hissi kuvvetli biriydim. Olayların çözümünde de sezgilerimin gücüne inanırdım. Boşa zaman öldürmek yerine doğru kararlar alıp doğru zamanda, doğru yerde ve doğru insanlarla olmak benim en sevdiğim yanımdı. Bir tür satranç oyunu gibi hamleleri yerinde ve doğru yapmayı seviyordum.
İkisinin nasıl tanıştığını merak etmiştim. Bir ara bunu sormalıydım. Barbaros’u rahmetli babam çok severdi. Daha önce annesine aşıkmış, belki de o nedenden dolayı ona karşı bir sempati besliyor olabilirdi. Muhtemelen de öyleydi. Babam Barbaros Hayrettin Paşa hayranıydı. Sevdiği kadın ondan önce çocuk sahibi olup, adını babamın çok sevdiği Barbaros Hayrettin Paşa’nın ilk ismini koyunca babam hem hüzünlenmiş hem de sevinmiş. Babam Barbaros’un annesini sevdiği halde onunla neden evlenmediğini bana hiçbir zaman anlatmadı. “Olmadı işte kısmet değilmiş,” deyip kestirip atardı. Barbaros da sorduğu halde annesi de ona hiç anlatmamıştı. Akrabalar ise bu ayrılığın nedenini bilmediklerini, ikisinin arasında bir sır olduğunu söylemişlerdi. Barbaros’la böyle ilginç bir yakınlığım, arkadaşlığım vardı. Eğer babamla onun annesi evlenseymiş, belki de biz kardeş bile olabilirdik. Yine de onunla kardeş gibi yakın büyümüştük.
Sonra babam ben doğunca adımı Barbaros’u tamamlarcasına Hayrettin koyarak eski sevgilisine nazire yapmıştı kendince. Barbaros benden altı ay kadar büyüktü. Önce doğsaydım Barbaros ismini ben alacaktım hiç kuşkusuz.
İkimiz sokakta oynarken annelerimiz bazen aynı anda bize seslenirlerdi. Bu iki ismin birleşmesi babamı mest ederdi. Hatta öyle ki babam annemi sustururdu; önce Barbaros’un annesi Sevim teyze oğluna seslensin diye. “O bağırdıktan sonra seslen!” der, eğlenirdi kendince. Zavallı annem hiçbir şey anlamazdı babamın bu isteklerinden. “Aman ne saçmalıyorsun Allahaşkına!” derdi.
“Barbarooos, Hayrettiiin!
Ardından babamın, “Paşaa!” diye nidası duyulurdu. Sonra babam basardı kahkahayı, zevkten dört köşe…
Babam öylesine hayrandı ki, evde Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa ile ilgili kitaplardan, tablolardan geçilmezdi. Hatta bizim evde sadece Barbaros Hayrettin Paşa ile ilgili kitaplar dışında başka kitap bulunmazdı desem abartı olmazdı. İşte babamın da takıntısı buydu. Bu takıntı ona dedesi yani büyük dedem Muhittin Ayvaz’dan geçmişti. Büyük dedem Muhittin, gençliğinde gemilerde doktor yanında çalışan bir sıhhiye eri olduğu için Ayvaz soyadını almıştı. Büyük dedem o yıllarda Barbaros Hayrettin Paşa’yı öğrenmiş, onunla ilgili her şeyi okumuş ve çok hayran olmuş. O nedenle bu tutku büyük dedemden babama miras kalmış. Öyle derdi babam. “Dedemden bana miras “derdi “Barbaros Hayrettin Paşa tutkusu…”
Babam İdris Ayvaz, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni yarıda bırakmış Rizeli varlıklı bir ailenin oğluydu. Zevk için takasıyla balığa çıkardı. Doğada olmaktan büyük keyif alan biriydi. Bu yüzden İstanbul gibi büyük şehir hayatı ve hukuk kitaplarından sıkılmış, okulu yarıda bırakıp, kendini kendi deyimiyle kaçarcasına memleketine atmıştı. Babası çok kızmıştı ama fazla da üzerine gitmemişti. Çay bahçelerini ve tarım arazilerini iki oğluyla birlikte idare etmek daha çok işine gelmişti sanırım. Çünkü amcam, babam kadar disiplinli biri değildi, biraz haylazdı.
Büyük çay arazilerinin sahibiydi babamın ailesi. Fındık, çay ve birçok tarım ürünü yetiştirirlerdi. Annem ile hukuk fakültesinde arkadaş olmuşlardı. Ama annem de hukuk fakültesini aşiretin baskısıyla terk edip memleketi Urfa’ya dönmek zorunda kalmıştı. Annem Hülya Urfalı zengin bir aşiretin kızıydı. Babamla gizli gizli mektuplaşmışlardı. Sonunda Urfalı aşiret ikna edilmiş kızlarını babamla evlendirmişlerdi. Babam annemim ailesini nasıl ikna ettiğini sorduğumda, “Aşireti çaya boğarak ikna ettim oğlum. Aşiret reisi Rize çayı müptelasıydı. Her ay Urfa’ya kilolarca çay gönderirdik. Anneni vermeyi öyle kabul ettiler. Hala da gönderiyorum,” diye yanıtlamıştı.
Ailenin tek çocuğu olarak fiziksel özelliklerimi hem annemden hem babamdan almıştım. Annem gibi beyaz tenli, koyu kahverengi gözlü, babam gibi de koyu sarı saçlı, uzunca boylu ve tahmin edileceği üzere babam kadar olmasa da laz burnuna sahip biriydim.
Bu genetik kakafoninin nedenini, babamın Rizeli tipik bir laz, annemin ise Urfalı bir Arap oluşunu belirtmeme gerek yok sanırım. Babam nüfuzlu, milliyetçiliğiyle övünen biriydi. Polis olmamı desteklemişti. Polisliğe özenmiştim nedense. Seyrettiğim dedektiflik dizileri, filmler, okuduğum kitapların etkisiyle polislik daha küçükken aklıma yatmıştı. Cinayet Büro dedektifi olmak gelecekteki hedefim haline gelmişti. Ama mesleğe atıldıktan sonra bu işin hiç de öyle filmlerde, dizilerde, kitaplardaki gibi olmadığını kısa sürede anlamıştım. Bizde öyle çok çetrefilli bir matematik problemi çözer gibi cinayetlere pek rastlanmıyordu. Yani bir Hercule Poirot, bir Sherlock Holmes olmamız söz konusu değildi. Ama yine de dedektiflik dedektiflikti. Suçu ve suçluyu ortaya çıkarmak için mücadele ediyorduk. Zonguldak’ta başıma gelen olaydan sonra meslekten atılmam an meselesiydi. Babam hatırlı dostlarını araya sokmasaydı şimdi bu işi yapıyor olamayacaktım. Annemi çok erken yaşta babamı ise birkaç yıl önce kaybetmiştim. Artık arkamda beni kurtaracak babam yoktu. O nedenle hareketlerime daha özen gösteriyor, sivri davranışlardan uzak durmaya çalışıyordum. Ama içimde haksızlıklara, adaletsizliklere karşı kıpır kıpır bir isyan duygusu da kabarmıyor değildi. Eğer işimde beni üzen, sıkan, işimi yapmamı engelleyen haksız davranışlar görürsem mesleğe her an elveda diyebilirdim.
ARKASI YARIN...