12.09.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Efnan Atmaca - Azade Köker’in “Bir Katlin Provası” başlıklı sergisi 8 Eylül’de Zilbermann Galeri’de açıldı. Sanatçı sergide kadın cinsiyeti, kimliği ve bedenine yönelik sorgulamalarını yansıtıyor. Sergide yer alan heykel, yerleştirme ve kolajlarla “Dünya ve yaşamın doğuşuna kaynaklık eden güçte bir dişil enerji nasıl oluyor da toplumsal düzende kayboluyor? Onu susturup sınırlandıran ve edilgen kılan nedir?” sorusunu soruyor Köker. Günümüzde maalesef sık sık gündeme gelen kadına şiddet ve taciz kavramlarının ele alındığı sergi üzerine Köker’le konuştuk.
“Bir Katlin Provası” adlı sergide yıllardır süregelen ,son günlerde de dozunu iyice artıran kadın şiddeti ve tacizini ele alıyorsunuz. İzleyiciyi sarsmanın ya da uyarmanın yetersiz kaldığını ve daha sert bir uyarana ihtiyacımız olduğunu mu söylüyorsunuz?
Meselenin sert veya yumuşak uyarana göre değişeceğini zannetmiyorum. Mesele toplumun genel yapısıyla ilgili bir şey. Çarpıklıklar sahip olma arzusuyla ortaya çıkıyor. Nesnelere, doğaya, yerlere, doğan çocuklara, sevgiliye sahip olma (mülkiyetine alma) mantığıyla bakılıyor. Sahip olamadığımız zaman veya sahip olduğumuz şeyleri kaybettiğimizde mutsuz oluyoruz. Bazıları kendi dört duvarına çekilip depresyonu oynuyor, bazıları alkol veya başka gıda harici malzemeler kullanarak aklını askıya alıyor, bazıları da patolojik durumun yörüngesine girerek ya kendini tedavi ettiriyor ya da kaybettiği oluşumu ve/veya kendini öldürmeyi deniyor.
Bir eril kişinin sevdiği kadın tarafından boşanma veya başka bir talihsiz durumdan ötürü terk edildiğinde, şiddet ve öldürmeye giden eylemine uluslararası bir kararla “Femizite” adı veriliyor. Bu konuda, Türkçe’de de birçok yayın var. Sergimin kataloğunda da yazarlar bu kavramı kendi meslek dilleriyle açıklıyorlar.
Yaşam bize ne eksik ne de fazla verir. Onu eksilten veya çoğaltan biz kendimiziz. Kendi yörüngemizi nasıl çiziyoruz meselesi bu. Eksik kaldığımızı düşünüyorsak, bunun ölçüsünü, başkalarına bakarak kıyaslama hatasına bazen düşüyoruz; halbuki “değerler” açısından kendimizi yenilemek için elimizden fazlası gelemiyorsa bunu başardığını düşündüğümüz kişileri ignore etmek yerine onlardan bir şeyler öğrenmek mümkün olabilir. Kıskançlık, utanma ve eksik kalma duygularını bırakıp, kendi merkezimizi tanıyıp oradaki “ben”i kabul edersek şiddet duygularından uzaklaşmak mümkün olabilir. Çünkü bu eksikliğin başkalarıyla ilgisi olmadığını bundan yalnız kendimizin sorumlu olduğunu görebiliriz. Kısacası toplumun şiddetten uzaklaşması için kendini bulması gerekiyor.
Eserlerinizde masumiyetin ya da başka bir deyişle saflığın şiddetle mahvedilmesi vurgusu yapılıyor. Geldiğimiz noktada şiddetin bu kadar yaygınlaşıp korku tanımamasını eserler üzerinden nasıl okuyabiliriz?
Sergideki bir kolajda erkek iktidarını temsil eden karanlık gövdede şiddeti imgelerken, arkasındaki bir kızın bakışında da masumiyeti yorumladığınız anlaşılıyor. Doğrudur. Ataerkil bir toplum, kız doğumlarını sevmez. Erkek doğuran ananın, aile içindeki yeri daha güvenlidir. Bu gerçek zaten bilinen bir mesele ama henüz farkında olunmayan diğer bir gerçek daha var. Kadınların sessiz, başsız, arzusuz bir dişi figür olarak algılanmaktan kaçtıklarını görüyoruz. Her türlü tabuyu yıkıp, evi terk ederken kadınların silinişe ve şiddete tepki gösterdiği bir gerçek. Belki de bir erkinlik süreci içindeyiz. Bir gün kadınların konuşurken gözlerini kaçırmadan, yüzlerini gizlemeden ve bilince kazınan öznellikleri inkâr edilmeden yaşayacakları “sıhhatli bir toplum” tanımını kazanacağız.
Eserlerinizde eril erkin kurmaca yarattığı cinsiyetler üzerinden bir güç oluşturma çabasını okuyoruz. Bize aslında hepimizin çok da büyük bir oyunun parçası olduğumuzu mu söylüyorsunuz?
Toplumların yarattığı cinsiyet ve davranış normları zaten kadının ve diğer mağdurların şiddet görmelerinin bir nedeni. “Erkek adam” ve “taş bebek gibi güzel kadın” toplumun “sözlüğünde” yazılı.
Farklılıkların bilincinde olup bu normların hâkimiyetinden çıkma isteği şiddete maruz kalmak demek oluyor. Onun için konuşmamızın başında söylediğim noktaya geliyoruz. Toplumun yapısı şiddete dayanıyor. Şiddet sayesinde kadınları, çocukları ve her türlü marjinal yapıyı sömürgeleştirme çabasını görüyoruz. Tecavüz her türlü kişilik hakkına ve özdeşliğe karşı uygulanıyor. Kadınlar vitrin mankenini hatırlatan duruma, erkekler de kahraman dövüşcü profiline dönüşüyor. Karısının başka bir erkeğe kaçması “erkek adam” olamamak utancını getiriyor. Utanç şiddete çevrilebiliyor. Medya kullandığı dil ve görsellerle bu şiddeti destekliyor. Özet olarak denilebilir ki; İçinde yaşadığımız toplum, iktidar ve medya üçlüsü insanlarını kuklalaştırıyor.
"Gelecek nesillere verecek bir hesabımız var”
Sizin sorunuzu ben size yönelteyim. Dünya ve yaşamın doğuşuna kaynaklık eden güçte bir dişil enerji nasıl oluyor da toplumsal düzende kayboluyor?
Savaşcı ve sömürgeci toplumların tarih boyunca dişil enerjiyi tehlike olarak görmesinden dolayı olabilir mi? Dişil olanın kökünün kazınması, yabancı kıtalarda, yeni coğrafyalarda yaşayan toplumlara vahşice saldırmak ve yok etmek aynı anlama gelmiyor mu?
Son olarak bu düzeni düzeltmek için ne dersiniz?
Feminizm genel olarak sanıldığı gibi erkeğe karşı bir tutum almak değildir. Toplum tarihinin yarattığı eril enerjinin ve düzenin sakıncalarını görmek ve buna karşı tavır takınmak demektir. Gelecek nesillere verecek hesabımız var. Bunun için yaşadığımız ‘zaman’a eleştirel ve yaratıcı bir tutum içinde etki ederek bir yol haritası çizmek önemlidir. Nihilist olmadan eril şiddetin her türlüsüne “biz” oluşturarak yaratıcı ve temeli olan güçler katmalıyız. Irkçı, cinsiyetci söylemlere, siyasetlere, yazılara eleştirel tavır takınmalıyız. Bilgi üretim pratikleri yaratma, çevresel sürekliliği bir bütün olarak görme yabancı düşmanlığına karşı tutum alma, neşeli yaratıcı tutkulu birliktelikler yaratma... Sanat, bir küçük adımdır, göle atılan bir taş ama halkalar yaratarak yayılır.
Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz