18.07.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Seray Şahinler - Herkesin dört gözle beklediği bayram tatili başladı! Önümüzde uzun bir tatil var; bir hafta boyunca denizin, doğanın tadını çıkaracaklar ve bu tatilde de kitap okumaktan vazgeçmeyecekler için yeni çıkan kitapların yazarlarıyla konuştuk. İşte bavulundan, çantasından kitabını eksik etmeyecek kitap kurtları için bir seçki!
Atlamamız gereken ateşler var
Genç öykücü Fatma Nur Kaptanoğlu, yeni kitabı “Ateşten Atlamak”ta hayatın karmaşası içindeki “insanın karmaşasını” anlatıyor. Kararlarınız hayatınızı ne yönde etkilediği yahut etkilemediğnii…
Öykülerinizin çıtasında insanın karmaşası, kaygıları, toplumsal etkileşimlerin yansımasını görüyoruz. Aslında bugünün insanın öyküsü…
Hayatımızda sürekli atlamamız gereken ateşler var. Büyük, küçük, harlı, sönmeye yakın… İrili ufaklı cesaretlerimizin ve elbette ki korkularımızın somut ve öznel bir dışa vurumu “Ateşten Atlamak”. Öykülerim koşun, düşün, sınırlarınızda dolaşın, yaklarınızın değmediği yerlerde yüzün, cesaret edin dediği kadar, durup içimize bakmayı, geçmişimizi ölçüp tartmayı, bahanelerimizi hem sevmeyi hem de onlara çok bağlı kalmamayı hatırlatıyor.
Aynı zamanda insanın kendi yönelik yolculuğuna da tanık oluyoruz. Pişmanlıklar, kararlar, yüzleşmeler...
İnsan olmanın getirisinde olan pişmanlık, karar alma zorlukları, kaçtığımız büyük yüzleşmeler hayatın köşelerinde bizi hep yakalıyor. “Ateşten Atlamak”, sıradan ama sıradanlığını en yüksek duygularda yaşayan insanların hikâyeleri. Yani benim, sizin ve hepimizin. Bu nedenle karakterlerle ortak paydada buluşmak daha kolay oluyor.
Öyküye ilgide, özellikle genç yazarlar arasında artış var. Siz ne düşünüyorsunuz?
Anlatmak istediğimizi öykü karşılıyorsa zaten durmayıp yazmak gerek. Ama sırf popüler bir döneminde olduğu için öyküye yönlenmeyi doğru bulmuyorum. Metnimizin türüne değil, metinde anlatmak istediğimize odaklanmak bize daha gerçek sonuçlar verecektir.
İnsanoğlu değişmez!
Harun Candan’ın son romanı “Sonsuzluğun İlk Günü”nü yolu pandemiyle kesişiyor. Anlatılan “bir şeylerin” esiri olan insanların öyküsü…
Bu kez dünyayı bekleyen sonu konu alıyorsunuz. Pandemi dönemiyle örtüşüyor gibi...
Beş bölümden oluşan romanın son ve gelecekte geçen bölümünde pandemi var. Bir virüs insanlığın sonunu getiriyor. Koronavirüs, kitabın yazım aşamasında ortaya çıktı. Tek dayanağım hayal gücüyken bir anda kendimi olayların ortasında buldum. Umarım kitaptaki gibi yaşanabilir yeni bir dünya aramak zorunda kalmayız. Tabii sadece bunlar için yazmadım, büyük bir insanlık hikâyesi yazmayı istedim.
Romanda 2 bin 635 yıllık bir panoromayla karşılaşıyoruz. Romanın meselesi nedir?
Mesele insan. Yaşadığım dünyaya ve insanlara karşı sorumluluğum var, bunu bu şekilde yerine getirmek istedim. Dünyayı cehenneme ya da cennete çevirmek insanın elinde. Ben sadece hikâye anlatıyorum. Hissettiğim şeyleri başkalarıyla paylaşıyorum.
Çağlar, takvimler, yöntemler, araçlar değişse de, insan hep aynı insan. İki bin yıl önce savaşlar vardı, bugün de var. Mesela kölelik... Artık kimse birisinin kölesi değil. Fakat aslında herkes bir şeylerin kölesi. İster para, sistem, banka, siyaset, güç ya da başka bir şey deyin, isterseniz nefs; kölelik devam ediyor. Ben hikâyeyi parayı bulan Lidyalılardan başlattım. Ancak ondan önce de insan aynıydı, bundan sonra da aynı olacak.
“Nişan Evi”yle yüzleşin!
Çiler İlhan bu kez ilk romanla karşımıza çıkıyor. Mardin’deki Bilge Köyü katliamından yola çıkan “Nişan Evi” güçlü kurgusuyla birbirini izleyen ve romanın sonunda resmi tamamlayan güçlü bir anlatı.
Mekân ve karakterlerle parçaları birleştirerek psikolojik, sosyolojik bir okuma yaptırıyorsunuz okura. “Nişan Evi”nin sözü neydi?
Derdi en derininde en en utanmazca yüzeydekine, çeteleşme. Şiddetin meşrulaştırılması ve bir katliamın meydana gelmesine ve daha “yükseklerdeki” faillerin ceza almadan olayın kapanmasına fırsat veren de bu. Doğu’yu sağlıktan eğitime temel haklardan, pek çok alanda özgürlükten mahrum etme stratejisinin sonucu diye görüyorum ben bu katliamı.
Leyla, Bilal, Maral birer temsiliyet aynı zamanda. Yazım sürecinde siz bu karakterlere nasıl konuştunuz?
İlk önce Maral vardı; olanları çocuksu saflığın, dürüstlüğün gözüyle anlatacaktı. Leyla, olay örgüsünün etrafında geliştiği nişanın ana kahramanı, ama Halil asıl taşıyıcı oldu. Renkli, ayrıksı, sayesinde daha çok şey söyleyebileceğim bir karakter, inceliğiyle tezat kattı anlatıya. Hisleri romandaki sertliği yumuşattı. En çok o konuştu benimle, resmen dikte etti kendini.
Kayıp bir hayat kayıp bir geçmiş!
Zeynep Kaçar’ın “Yalnız” romanı son dönemin en çok ses getirenlerinden. Kadın meselesi ekseninde ilerleyen roman aynı zamanda değişen bir ülkenin panoramasını sunuyor okura.
“Yalnız”, bir kadının kendini bulma, kendine dönüş serüveni. Sizi bunu anlatmaya yönelten neydi?
“Yalnız”, benim için, kaderiyle baş başa bırakılan, sesi duyulmayan, adı anılmayan, gözle görülmeyen, öyle veya böyle bir durumun, mekânın, koşulların içine hapsolmuş tüm kadınların hikâyesi. Yok sayılma, görmezden gelinme, küçümsenme, hayatının inisiyatifinin elinden alınması, bu ülkede neredeyse her kadının başına gelebiliyor. Öte yandan değişen bir ülke var. Sürekli ve hızla değişiyor. Her şey. Gelecek değil de sanki geçmişimiz yeniden yazılıyor. Neslimizin gençliğine ait tüm izler silindi. Sanırım bu iki temel duyguyla yola çıktım. Kayıp bir hayat ve kayıp bir geçmiş.
Romanda hem kişisel hem toplumsal bir dönüşümü izliyoruz. Bu dönüşümü anlatmak neden önemliydi ve “Yalnız”ın bu noktadaki meselesi neydi?
Ülkenin böyle büyük bir hızla değişim geçirmesi bana gerçekten ve hâlâ çok şaşırtıcı geliyor. Erdemlerimizi yitirdiğimizi düşünüyorum toplum olarak. Çürüdüğümüzü. Bu çürümüşlüğü anlatmayı istedim. Kimse çağından muaf olamaz. O yüzden en masum olanımız da payını alıyor bu değişimden. Feray ülkeyle birlikte değişiyor, hayatı sürekli boyut değiştiriyor, giderek daralıyor, küçülüyor, neredeyse yok oluyor. Fizik kurallarının dışına çıkıyor. Bir fizikçiyken metafiziğe tabi oluyor. Elbette bir metafor bu ama biraz da öyle gibi, fiziki gerçekliğin dışındaymışız gibi.
Yalnız, Feray gibi çok güçlü olma ihtimali olan bir kadının, ülkenin dönüşümüyle birlikte tüm gücünü yitirdiği bir hayatın içine sürüklenişinin romanı.
Romanın kadın meselesine de çok şey söylediğini düşünüyorum. Feray’ın bu noktada çağrısı, sözü ne olur?
İçgüdüsel bir gücü var Feray’ın. Neredeyse hayvani. Gücü elinden alınmış olsa da dirençli, o koşullar içinde bile hayatta kalmayı başarıyor. Sonra da işte, elinden alınmış her şeyi geri kazanmak, tanıdığı ve tanımadığı tüm kadınlara yapılanların hesabını sormak için yeni bir hayat kuruyor kendine. Bir Feniks gibi. İlk zulümde çekip gitmeyi, ilk yok sayıldığında kendi varlığına sahip çıkmayı becerebilmiş olmayı istediğini söylüyor romanda. Hayat bir kerelik diyor bir yerde. Sanırım öyle söyler yine. Hayat bir kerelik. Ne olursa olsun ona sahip çıkmak gerek. Vazgeçmemek. Kendi cevherine inanmak. Çilem Doğan’ın mektubunda yazdığı gibi.