Amerikan bağımsızlarının yetenekli ismi Neil LaBute’u, çağdaş yaşamın koşuşturmacasına kapılmış iletişim sorunlu yaşamları dayanılmaz bir kara mizah tadında öyküleyen filmlerinden (In the Company of Men, Your Friends & Neighbors) tanıyoruz. LaBute geçtiğimiz yılın Cannes şenliği senaryo ödüllü bir önceki çalışması, hınzır ‘pembe dizi’ taşlaması "Hemşire Betty" ile uluslararası alanda tanındı. Bağımsızlığından ödün vermeyen yönetmen bu kez kulvar değiştirerek yoğun duygusal bir öykü anlatmaya sıvanmış.
Tanınmış İngiliz kadın yazar Antonia S. Byatt’ın prestijli Booker ödülü kazanmış romanından (Possession: A Romance) uyarlanan film, 1860’lar Viktorya döneminde yaşanmış gizli bir aşkın çağdaş iki akademisyen tarafından araştırılmasına bir edebi dedektiflik öyküsü ya da yönetmenin deyimiyle bir tür duygusal arkeoloji çalışması.
Herşey aldığı bursla İngiltere’de çalışmalarını sürdüren Amerikalı akademisyen (romanda İngiliz) Roland Michell’in (LaBute’un sahnede ve sinemada değişmez oyuncusu Aaron Eckhart), ölümünün 100. yıldönümü nedeniyle anılan Viktorya döneminin tanınmış şairi Randolph Henry Ash’in orijinal şiir kitabının arasında, dönemin feminist kadın yazarı Christabel LaMotte’a yazılmış iki mektubu bulmasıyla başlar. Genç adam mazbut bir evliliği olduğu ve şiirlerini karısına ithaf ettiği bilinen Ash ile LaMotte’un ilişkisinin gizemini çözmek üzere, kadın yazar hakkında araştırmaları bulunan Maud Bailey’nin yardımını ister.
Roland ve Maud mektupların izini sürerken, iki şairin yüz küsur yıl önce herkesten gizli yaşanmış ölesiye tutkulu aşk hikâyesini keşfederler. Toplumun katı kurallarına çarparak tuzla buz olmuş bu yakıcı aşkın kahramanlarının yaşadıkları yerleri ziyaret eden iki genç insanın yolculuğu, çağdaş yaşamın buz gibi soğuttuğu duyarsız ruhlarını ısıtan bir iç yolculuğa dönüşür.
"Tutku"
son yılların en etkileyici aşk filmlerinden biri. İki farklı dönemin öyküsünü (bir zamanlar Karel Reisz’ın "Fransız Teğmenin Kadını"nı sinemaya uyarlarken denediği gibi) iç içe anlatan kurgusu, romanda olduğu gibi son derece başarılı. İngiltere’de çekilen filmin oyuncu kadrosu da gayet iyi. Ölümsüz aşkın erkeği Jeremy Northam, daha önce "Emma" ve "The Winslow Boy" gibi yapımlarda canlandırdığı İngiliz centilmeninde göz doldururken, İngiliz tiyatrosunun yetenekli kadın oyuncularından Jennifer Ehle nefes kesen kompozisyonuyla büyülüyor.
Fransız sinemasının verimli yönetmenlerinden Claude Lelouch, kadınları, erkekleri, aşkın sihirli gücünü kendine özgü sinemasıyla anlatmaya devam ediyor.Gizli servis ajanlarının Prag serüvenlerine geçici olarak ara verdiğimiz bu haftanın aşk üzerine bir diğer filminin yönetmeni, yıllardır kendine özgü sinemasının izini takip eden Fransız yönetmen Claude Lelouch. İthalatçı firma, Lelouch’un geçtiğimiz Cannes şenliğini kapatan bu son çalışmasına, üstadın 1966 yılında yine aynı şenlikte büyük ödül
Altın Palmiye’yi kazanan ünlü filminin (Un Homme et Une Femme) adını uygun görmüşler. Aradan 36 yıl geçti, Lelouch da altmışını aştı. "Ve şimdi... Bayanlar ve Baylar" anlamına gelen İngilizce isimli son filminin kahramanları da orta yaş ve üzerindeler, ancak verimli Fransız sinemacı hâlâ yaşam sevinciyle dolu, genç işi sinemasını sürdürüyor.
Filmini Alfred de Musset’nin "Hayat bir uyku, aşksa onun rüyasıdır" dizeleriyle açan Lelouch, alter ego’sunu bu kez İngiltere’den seçmiş. Jeremy Irons’ın canlandırdığı Valentin, kılıktan kılığa girerek zevk için Londra’daki ‘Bulgari’ mücevher dükkânlarını soyan modern bir Arsene Lupin. Rutin soygunların yerini dolduracak yeni bir heyecanın peşinde tekneyle 100 günlük bir dünya turuna çıkıyor. Piaf’tan Montand’a, Becaud’dan Brel’e, Leo Ferre’ye Fransız şansonlarıyla bezeli bir repertuvarla müzik ziyafeti çeken Fransızların uluslararası üne sahip yorumcusu Patricia Kaas’ın oynadığı caz şarkıcısı Jane ise aşksız, mutsuz, depresif... Biraz da kendisini terk eden adamdan uzaklaşmak için Fas’taki otel şarkıcılığını kabul ediyor. Valentin hesapta olmayan bir deniz kazası sonucunda Fas’a çıkmak zorunda kalınca, Adam ile Kadın bu egzotik Kuzey Afrika ülkesinde karşılaşıyorlar. Her ikisi de hafıza kaybından şikayetçi. Jane tepedeki kutsal iyileştirici ‘Lalla Chafia’ dan medet umarken, scanner sonuçlarını bekleyen Valentin ölümü, yaşama sevinci ve aşkla bertaraf etmeyi tercih ediyor. Ve yetmişine merdiven dayamış Claudia Cardinale’nin kırış kırış yüzü, "Hayat, Aşk, Ölüm"ün gencecik idam mahkumu Amidou’nun yaşlanmış suretiyle bizlere hızla geçen hain yılları anımsatan Lelouch, ölüm’ün karşısına aşkın sihirli gücü’nü yerleştiriyor.
İngiliz ve Amerikalı savaşçıların dünyayı işgal eden ejderhalarla mücadelesini anlatan film, daha çok video oyunlarıyla haşır neşir "teenager" izleyici grubu için."X-Files" dizisinde çalışmış Rob Bowman’in yönettiği "Ateş Krallığı" ürkütücü bir yakın gelecek çiziyor. Bir tünel kazısı sırasında fosilinden yeniden doğan (!) türeyen, gökte uçup ateş saçan yaratıklar yirmi yıl içinde ortalığın altını üstüne getirirler. Nükleer silahlarla verilen savaş canavarları alt etmeye yetmemiş, 2020 yılında dünya bir enkaz haline gelmiştir. Londra dolaylarında sağ kalmayı başarmış bir avuç insan başlarındaki Quinn’in komutasında kendi inşa ettikleri ilkel kalelerinde yaşam savaşı verirler. Günün birinde Kentuckyli gönüllüler birliği çıkagelir. Helikopterleri (sakın yakıtını nereden temin ediyorlar diye sormayın), teknik donanımlarıyla bu pek havalı takımın, boynundaki zincirde hakladığı yaratığın dişini taşıyan ejderha avcısı lideri Van Zan (İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Alman saldırısı karşısındaki benzer tutuma bir nazire olarak) düşmanın müdafaa değil hücumla alt edileceğini savunur. Başta anlaşamayan İngiliz ve Amerikalı gruplar nihayetinde uzlaşır ve Irak’a, pardon ejderhalara karşı saldırı başlatırlar.
"Ateş Krallığı" pek ikna edici olmayan çıkış noktasını teknik ayrıntılarla da destekleyemeyen B yapımı orta halli bir prodüksiyon. En büyük falsosu kendini çok ciddiye alması. Yoksa sinema dili ve sürükleyicilik açısından bir sorunu yok. Daha çok bir video oyunu havasında. Nitekim filmden yola çıkmış çeşitli versiyonları içeren
oyun paketleri bu ay sonu Amerika’da piyasaya sürülüyor. "Amerikan Sapığı" Christian Bale ile bir zamanlar Paul Newman’ın tahtına aday gösterilen Matthew McConaughey’nin zıt savaşçıları oynadıkları film, özellikle "teenager’ izleyici grubu için.
"Rosemary’nin Bebeği"nden "Omen" serisine ‘70’lerde pek moda olmuş ‘şeytan’lı yapımların izini süren film, bir adada geçen dehşet dolu bir öykü anlatıyor."Şeytan Tohumu / The Calling" - Yönetmen: Richard Caesar / Senaryo: John Rice, Rudy Gaines / Görüntü: Joachim Berc / Müzik: Christopher Franke / Oyuncular: Laura Harris (Kristie), Richard Lintern (Marc), Alex RoeBrown (Dylan), Francis Magee (taksi şöförü Cormac), Alice Krige (Elizabeth Plummer), John Standing (Jack Plummer), Peter Waddington (peder Mullin), Camilla Power (Lynette) / 2000 / ABD, Almanya yapımı, 89 dakika
‘Şeytan’lı filmler 70’lerde pek modaydı. Roman Polanski’nin Ira Levin uyarlaması "Rosemary’nin Bebeği"yle başlayan akım daha sonra ünlü "Şeytan / The Exorcist", "Omen" serisi gibi filmlerle doruğa çıkmıştı. Richard Caesar’ın türün seçkin örneklerinden esinler taşıyan bu iki yıllık denemesinin özgün adı "Çağrı" anlamına geliyor. Çağrılan ‘şeytan’, çağıranlarsa İngiltere’ye yakın bir adada yaşayan havarileri. Adada faaliyet gösteren yerel televizyon kanalının sahibi Plummerlar’ın başı çektiği şeytancıların kurbanı ise rüyâlarının prensi Marc ile evlenerek başı göğe eren Amerikalı Kristie. Genç kadın Rosemary gibi şeytanın dölünü doğurur. Çocuk büyür, Damien’leşerek etrafa kötülük saçmaya başlar. Panik içindeki annenin yardımına ise İsa’cı taksi şöförü koşar vs..
"Şeytan Tohumu" türün bildik klişelerini tekrar, öncüllerini taklit eden (bu arada doğumgünü partisindeki orji bölümü de "Eyes Wide Shutödan kopya) küçük bütçeli sıradan bir çalışma. İlle de korku filmi diyorsanız.