İngiliz yazar J. R. R. Tolkien'in kitabından uyarlanan 'The Lord of the Rings' (Yüzüklerin Efendisi) serisinin ilk filmi, vizyona girdiği 2001 yılından günümüze kadar uzanan büyük bir başarıya imza attı. Milenyum çağının henüz başlarında yayınlanan efsanevi seride ise Tolkien'in kurgusal evreninde oluşturduğu Elf’lerin, Ork’ların, Cüceler’in lisanı ve Sauron’un 'Karanlık Dil'i tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Bunu, peşinden 'Game Of Thrones' (Taht Oyunları) dizisi için yaratılan Valyrian ve Dothraki dilleri takip etti. Hatta iş öyle bir seviyeye geldi ki binlerce kişi o dilleri öğrenip konuşmayı istedi. Büyük ses getiren yapımlar ve oluşturdukları yapay diller elbette tarihte bir ilk değil. Batı'da yapma dil çalışmalarının en bilinen ve somut ilk örneklerinden Esperanto da Polonyalı göz doktoru Ludwik Lejzer Zamenhof tarafından 1887 yılında meydana getirildi.
Prof. Dr. Mustafa Koç
DÖRT ASIR SONRA İLK DEFA
Öğrenmesi çok kolay olduğu için günümüzde yaklaşık bir buçuk milyon insanın konuştuğu bir dil haline gelen Esperanto 'en yaygın kullanılan yapay dil' unvanını elinde bulundursa da pek çok noktada ilk olma özelliği taşımıyor. Öyle ki ondan tam üç yüzyıl önce ortak bir iletişim sağlamak için hazırlanmış bir yapay dil Osmanlı Devleti'nin hüküm sürdüğü topraklarda yaratıldı. 16'ncı yüzyılda yaşamış Osmanlı şairlerinden Muhyî-i Gülşenî meydana getirdiği bu dile 'Bâleybelen' (dilsizlere dil veren) adını verdi. Şair kendine göre 'ölü gönüllerin kendisini ifade edebileceği diri bir dil' yaramıştı. Türkler, Araplar ve Farslar için icat ettiği bu dilin sırlarını ise dört asır sonra Türk akademisyen Prof. Dr. Mustafa Koç çözdü. Koç, Bâleybelen'le karşılaşmasını şu sözlerle aktardı:
"İstanbul Üniversitesi'nin kütüphanesindeydim. Çok zamandır yeni tedarik edilmiş kitapların olmadığı eski zamana ait metinlerle haşır neşirdim. Rastgele kitapları karıştırıyordum. Böyle kalın ciltli bir kitapla karşılaştım."
HALEP'TEN İSTANBUL'A UZANDI
Mustafa Koç'un bahsettiği kitap Sylvestre de Sacy'e aitti ve 19'uncu yüzyılın başlarında Fransızca olarak kalem alınmıştı. Peki hikaye nerede ve nasıl başladı? Aydınlanma dönemi filozoflarından Jean-Jacques Rousseau'nun yolu Halep'e düşer ve orada tanımadığı dilde yazılmış bir kitapla karşılaşır. Arap alfabesiyle yazılmış Osmanlıca kitabı sorup soruşturur, araştırır ama ne olduğunu anlayamaz. Kitabı önce Osmanlı tarihçisi ve o tarihte İstanbul'da Alman ataşesi olan Joseph von Hammer-Purgstall'e gönderir. Yoğun uğraşlar verse de Hammer de şifreleri çözemez ve Paris'teki Doğu Dilleri Okulu akademisyeni Sylvestre de Sacy'den yardım ister. Ancak üzerinde 8 yıl çalışan akademisyen Sacy de kitabın içeriğine hakim olamaz. Ona göre eser ya yeni bir dili anlatıyordur ya da bilinmeyen meçhul bir dili. O dil neydi, ne zaman icat edilmişti yahut hangi medeniyete aitti? Bu soruları cevaplandıramasa da bu dilin başka bir forma sahip olduğunun farkındadır. Aradan yüz elli yıl daha geçer ve Bâleybelen ilk defa bilimsel bir çalışmaya konu olur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mithat Sertoğlu 1966’da 'Hayat Tarih' adlı dergide "İlk Milletlerarası Dili Bir Türk İcat Etmişti" başlıklı bir makale yazar ve dilin yaratıcısının Muhyî-i Gülşenî olduğunu açıklar. Ancak dilin içeriği hâlâ çözülememiştir, ta ki Prof. Dr. Mustafa Koç bu gizemli dilin sırlarını ortaya koymak için yollara düşene kadar.
'KAHİRE’DE MUHYÎ’NİN PEŞİNE DÜŞTÜM'
Prof. Dr. Mustafa Koç bu kitapta yazanları okuduğunda Fransa İmparatorluk Kütüphanesi'nde bahsedilen yazmaları bulmak istediğini, "Eserin Osmanlı Türkçesiyle yazıldığı anlaşılıyor ancak nasıl kaydedildiğini bilmiyordum. Bunlar bende kocaman bir mesele haline gelmişti. 1960'lı yıllarda bu esere referans verildiğini, onun başka bir nüshasının tanıtılmaya çalışıldığını ve bununla birlikte Fars dili ve edebiyatı uzmanı Tahsin Yazıcı'nın Muhyî'ye dair verdiği bilgileri görünce heyecanım büsbütün arttı" diyerek anlattı.
Edindiği bilgiler ışığında 16'ncı yüzyılda gizli saklı kalan bu dilin sırrını açığa çıkarmak isteyen Prof. Dr. Koç, diğer nüshası Kahire'de bulunan eseri bulmak için Mısır'a gitmeye, bir yandan Paris bir yandan Kahire bir yandan da Tahsin Yazıcı'nın evindeki bilgilere erişmeye çalıştı. "Paris'ten nüshayı temin ettim, sonra da cebimde beş kuruş olmamasına rağmen kendimi Tahire'nin arka sokaklarında buldum. Sadece bir sırt çantam vardı ve sanki uçan halıya binmiş gibi oradan oraya gidiyordum" diyen Mustafa Koç adım adım yaşadığı heyecanı paylaştı.
Çalışmalarına 2001 yılında başlayan Prof. Dr. Mustafa Koç 12'nci yüzyılda yaratılan Lingua Ignota'nın ardından dünyanın en erken ikinci ama gramer düzeyinde dünyanın ilk yapay dilini icat eden Muhyî'nin peşindeydi. Kimdi bu adam? 16'ncı yüzyılda Şirazlı bir ailenin çocuğu olarak Edirne'de dünyaya gelmişti ancak 20'li yaşlardayken Mısır'a gitti ve bir daha da oradan dönmedi. Mustafa Koç ise Muhyî'nin bir dönem Kahire'de yaşadığı evin arka sokaklarında hem onun ürettiği dilin sırlarını aramaya çalışıyor hem de Muhyî’yi tanımaya çalışıyordu. Yaşadıklarını, "Hangi mektebe, medreseye, camiye gittiğini, nerede oturduğunu merak ettim. Kahire'de de aynı şekilde takip edip kitaplarından hareketle sokak sokak, mahalle mahalle, insan insan Muhyî'nin ardına düştüm" sözleriyle anlatan Koç, İstanbul'a dönüp önüne metinleri koyduğunda ise hikâye başladı.
'MİSTİK BİR DİL DE OLUŞTURMAK İSTEDİ'
16'ncı yüzyıl Osmanlı'sını 'Diller Babili' olarak değerlendiren Mustafa Koç, Muhyî'nin Osmanlı'nın geniş coğrafyasında farklı lisanlar kullanan insanların ortak bir dilde konuşmasının bütün güzelliği ve kolaylığı beraberinde getireceğine inandığını söyledi. "Ancak her şeyden önce Muhyî bir Sufi'ydi ve onun için her şey ilahiydi" ifadelerini kullanan Prof. Dr. Koç, Muhyî'nin Bâleybelen'i inşa ederken Türkçe, Arapça ve Farsça'nın gramerini, fonetiğini yarım asır boyunca talim ettiğini ve oluşturduğu dilin kurallarını böyle doğru tayin ettiğini de ekledi. Mustafa Koç, Muhyî'nin bu dille meydana getirdiği eserlerde devlet erkânındaki ilmiye sınıfının üst kademelerinde yer alan Sufi şahsiyetlerden bahsettiğini de söyledi. Yani Muhyî’nin oluşturmaya çalıştığı dil dönemin önemli şahsiyetleri tarafından destek görmüş ve bu proje bir şekilde hayata geçirmeye çalışılmıştı.
Mustafa Koç'a göre Muhyî bu dili bir fanteziyi var etmek için gerçekleştirmedi. "Şüphesiz bu dili inşa ederken başka bir gerekçesi daha vardı" diyen Koç, "Muhyî'ye göre ileri seviyede Sufi bilginin bu bilgiyi kaldıramayacak kişilere ulaşmaması gerekiyordu. Zira düşüncelerini dile getirdiği için canından olanlar bile vardı. Bu nedenle aktarmak istediği bilgileri şifreledi" ifadelerini kullandı.
'BİRKAÇ HAFTADA İLERİ DÜZEYE GELİNEBİLİR'
Ancak Prof. Dr. Koç'a göre Muhyî bir yandan geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı tebaasının bu dili konuşacağının hayâlini de kuruyordu. Muhyî'nin "Arap Acem'i, Acem Türk'ü anlasın" çabası içinde olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Koç, "Ancak aynı zamanda bir tık yukarı çıkararak bunu bir üst dil, bir gizli dile de dönüştürebileceği şekilde de tasavvur etti" diye konuştu.
Türkçe, Arapça ve Farsça'nın farklı dil özelliklerini bir araya getiren Bâleybelen, gramer yapısını Arapçadan, söz varlığının yüzde 80'ini Türkçe ve Farsçadan alıyor. Söylenenlere göre bu dil de Türkçede olduğu gibi bir isme ya da fiile ek getirerek yeni bir sözcük yaratmak mümkün. Bâleybelenin ilginç yanlarından biri de aynı sözcüğün zıt anlamları karşılayabiliyor olması.
Dilin gramerinin çok basit olduğunu ve birkaç saat içerisinde yöntemin kavranabileceğini söyleyen Koç, "Muhyî bunu yaparken Arapçayı, Farsçayı ve Türkçeyi indirgemiş, her dilin öğretimi ve öğrenimi kolay olan kısımlarını alıp dili öyle ilerletmiş. Öğrenmek isteyen kişi birkaç hafta içerisinde iletişim kuracak seviyeye gelebilir" ifadelerini kullandı. "17'nci yüzyılın başlarında, Muhyî'nin vefatından sonra Bâleybelen tamamen unutuldu" diyen Mustafa Koç, "Böyle şeyler ilk çıktığında ya hiç alaka görmez ya da dar bir çevrede itibar görür, sonra tarih onu unutur. Kütüphanelerin 'mezarları'nda kalmış bu dil 20'nci ve 21'inci yüzyılda akademik anlamda tekrardan itibar görmeseydi onu hiç bilemeyecektik" diyerek sözlerini noktaladı.