26.03.2024 - 13:39 | Son Güncellenme:
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Numan Kurtulmuş, Göztepe’deki TBMM Filizi Köşk Sosyal Tesisi'nde medya kuruluşlarının genel yayın yönetmenleriyle iftar programında bir araya geldi. TBMM Başkanı Kurtulmuş, İslam âleminin buruk bir ramazan ayını idrak ettiğini, bu ramazanda Müslümanların odağının, İsrail’in Gazze’de katliam boyutlarına varan insanlık dışı saldırıları olduğunu belirtti.
Kurtulmuş, Rusya’nın başkenti Moskova’daki terör saldırısının da gündemde olduğunu dile getirerek, “Epeydir zaten diken üstünde olan, hatta çoktan çivisi çıkmış dünyanın nereye doğru gittiğine dair bize çok derin soru işaretleri çağrıştıran bir saldırıyla karşılaştık.” ifadesini kullandı.
Moskova’daki terör saldırısını bir kere daha lanetlediklerini ifade eden Kurtulmuş, “Terörden çok çekmiş bir milletin çocukları olarak, terörün her türlüsünün insanlığa düşmanlık olduğunu biliyoruz. Bu saldırının arkasında kim varsa büyük bir insanlık suçu işledikleri aşikardır. İnşallah terör saldırısının nedenleri ve arkasındaki güçler de bütünüyle ortaya çıkarılır.” şeklinde konuştu.
Kurtulmuş, Moskova’daki terör saldırısıyla, uzunca süredir devam eden olayların yeni bir evreye gideceğinin anlaşıldığını ifade ederek, şunları söyledi:
“Başbakan Yardımcısı iken bir basın toplantısında ‘Üçüncü dünya savaşı çoktan başladı’ diye bir açıklama yapmıştım. Gerçekten de önce vekalet savaşları üzerinden, arkasından ticaret savaşlarıyla, dünyadaki büyük güçler, güç mücadelelerini sadece kendi etki alanlarında değil, dünyanın her tarafına yayacakları yeni bir tür hibrit savaşlar dönemini başlattılar. Şimdi bunun sonuçlarını görüyoruz. Bundan en çok zarar gören ülkelerden birisi de biziz. Türkiye hem DEAŞ hem PYD/YPG hem de PKK üzerinden bu vekalet savaşlarının ne manaya geldiğini, çok somut bir şekilde bilen bir ülkedir. Ne yazık ki artık ‘vekil örgütler’ bazı ülkeler tarafından ‘uluslararası iliş-kiler enstrümanı’ haline dönüştürülmüştür. Bir kere daha görüyoruz ki burada kullanılan vekil örgüt üzerinden bir dizayn yapılmaya, yeni bir denge oluşturulmaya çalışılıyor. Eğer bu vekalet savaşlarına bir son verilemezse artık çok daha yüksek düzeyde, küresel bir savaşın da fitilini ateşlemeye müsait bir zemin oluşacağını görüyoruz.”
“Vekil örgütler” devrinin de artık biraz geride kaldığını, şimdi “vekil devletler” üzerinden uluslararası sistemin dizayn edilmeye çalışıldığını belirten Kurtulmuş, “Ben şahsen İsrail'in Gazze'de yaptıklarıyla, Rusya-Ukrayna savaşı ile ortaya çıkan durumun aslında birbirine benzer bir nitelik arz ettiğini düşünüyorum. Burada da bazı ülkeler ‘vekil ülkeler’ olarak kullanılıyor, başka bir senaryonun parçası haline dönüştürülmeye çalışılıyor.
Türkiye olarak başından itibaren bütün bu tehlikeleri gördüğümüz için; başta Sayın Cumhurbaşkanımızın Rusya-Ukrayna krizinde aldığı inisiyatifler olmak üzere her iki meselenin çözümünün de insani diplomasi çerçevesinde gerçekleşeceğini uluslararası topluma gösterdik.” dedi
DOLMABAHÇE’DE RUSYA VE UKRAYNA ARASINDA BİR BARIŞ ANLAŞMASININ İMZALANMASINA RAMAK KALMIŞTI
Diğer taraftan da Ukrayna-Rusya savaşını sadece iki ülke arasında bir savaş olarak hiç görmediklerini dile getiren Kurtulmuş, başından itibaren bu savaşın, Rusya ile Batı arasında bir savaşa dönüşme potansiyeli taşıdığını bildiklerini, onun için de Rusya-Ukrayna savaşının bir an evvel sona erdirilmesi için gayret sarf ettiklerini kaydetti.
TBMM Başkanı Kurtulmuş, şunları kaydetti:
“Dolmabahçe’de Rusya ve Ukrayna arasında bir barış anlaşmasının imzalanmasına ramak kalmıştı. Her iki tarafın da kabul edeceği, adil, hakkaniyetli bir barışın yapılması mümkündü. Türkiye bunu gerçekten belli bir noktaya getirdi. Ama gördük ki bu savaşın bitmesini istemeyen bazı güçler, Dolmabahçe’de nihai bir anlaşmanın gerçekleşmesine engel oldular. Dolayısıyla şimdi bir kere daha çok net görüyoruz. Rusya-Ukrayna arasındaki gerilimin sadece Karadeniz, Doğu Avrupa değil, belki çok daha geniş bir bölgeye yayılma potansiyeli taşıdığı ortadadır. Dolayısıyla bu krizin sonlandırılabilmesi için Türkiye'nin barışçıl inisiyatifi sonuna kadar kullanacağı, diplomasi masasında her iki ülke arasında barışın temin edilmesi için gayret sarf edeceği açıktır.”
İSRAİL’İN GAZZE’DEKİ SALDIRISININ, BÖLGESEL BİR SAVAŞA DÖNÜŞME TEHLİKESİ TAŞIDIĞI UYARISI
Benzer bir şekilde şu anda Gazze'de süren katliamın da sadece Gazze halkına karşı yapılan bir saldırı olmanın çok ötesinde, Netanyahu ve çetesi tarafından bölgesel bir savaşa dönüştürülme tehlikesi taşıdığını belirten Kurtulmuş, bu saldırıların daha büyük sonuçlara yol açmaması için bir an evvel sonlandırılması gerektiğini vurguladı.
ABD’NİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER GÜVENLİK KONSEYİ'NDEKİ GAZZE OYLAMASINDA ÇEKİMSER KALMASI
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde, “Gazze'de acilen ateşkes sağlanması” yönünde kabul edilen karar tasarısına ABD’nin çekimser kalmasının iyi bir haber olduğunu da dile getiren Kurtulmuş, “Çünkü artık şunu görüyorlar. Netanyahu’yu sırtlarından atarak, ellerini temizleyerek buradan çıkmaları mümkün değil. Çekimser kalarak, yeni bir barış imkânının, en azından ateşkes imkânının ortaya çıkması için bir adım atılmış oldu.” ifadesini kullandı.
Kurtulmuş, İsrail’in Gazze’deki saldırıları ile Rusya-Ukrayna savaşının belli açılardan benzerlik taşıdığını ve bu sorunların çözümünün şart olduğunu belirterek, “Her ikisi de hem bölgesel çatışmaların fitilini ateşleyebilecek bir potansiyel sahip hem de insanlığı yeni bir küresel savaşın eşiğine getirmiştir.” dedi.
YEREL SEÇİMLER
Bu hafta sonu yerel seçimlerin gerçekleşeceğini anımsatan Kurtulmuş, “Seçim kampanyası şimdiye kadar nezaketli ve olgun bir şekilde devam ediyor. Ümit ederiz ki sonuna kadar böyle devam eder. Seçim günü de büyük bir demokratik olgunlukla ve çok büyük bir katılımla yerel seçimleri geride bırakmış oluruz.” dedi.
SEÇİMDEN SONRA AĞIRLIKLI OLARAK DIŞ POLİTİKA TÜRKİYE’NİN GÜNDEMİNİ BELİRLEYECEKTİR
Kurtulmuş, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının başladığı 7 Ekim’den bu yana altı uluslararası konferans, altı ülke ziyareti yaptığını ve 100’e yakın cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı ve üst düzey devlet yöneticisiyle görüştüğünü bu görüşmelerinde ağırlıklı olarak, dünyadaki sorun alanlarına ilişkin Türkiye’nin perspektifini anlattığını ifade etti.
Gazze başta olmak üzere Rusya-Ukrayna savaşı, Kıbrıs meselesi, Kafkaslardaki tehlikeli gelişmelerin çözümüne ilişkin Türkiye’nin tekliflerini gündemde tutmaya gayret ettiklerini aktaran Kurtulmuş, “Seçimden sonra da ağırlıklı olarak dış politika, Türkiye’nin gündemini belirleyecektir.” diye konuştu.
YENİ ANAYASA VE İÇ TÜZÜK
Kurtulmuş, TBMM’nin önünde iki büyük ödevin bulunduğunu, bunlardan birisinin yeni bir anayasanın yapılması mecburiyeti olduğunu ifade etti.
Yeni anayasa meselesinin, “Bu anayasadan artık çok bıktık, bu geride kaldı, bunun yerine yeni bir metin yazalım” konusu olmadığının altını çizen Kurtulmuş, şunları kaydetti:
“Aslında mesele, bir metin yazmak da değil; bunun ötesinde, 12 Eylül’ün getirmiş olduğu bu antidemokratik yapıdan, o ruhtan Türkiye'nin kurtulması... Hakikaten siviller eliyle yapılmış, parlamentoda yapılmış, demokrat, kuşatıcı bir anayasanın yapılması Türkiye için elzemdir. Bunun için gayret edeceğiz.
Tabii hemen seçimden sonra, belki de anayasa sürecinden daha kolay sonuç alabileceğimiz bir süreç, Meclis’te yeni bir iç tüzüğün hazırlanmasıdır. Meclis Başkanlığı olarak; öncelikle daha rahat, daha kolay alan olduğu için iç tüzükten başlayarak Meclis’teki demokratik standartları yükseltecek, yasama kalitesini güçlendirecek, Meclis’in etkisini ve ağırlığını artıracak bir iç tüzüğü Meclis’te grubu bulunan partilerle görüşerek gündeme almayı, eş zamanlı olarak da anayasa çalışmalarını sürdürmeyi düşünüyoruz.”
Meclis’te altı siyasi parti grubu ve 14 siyasi partinin bulunduğunu aktaran Kurtulmuş, oy verenlerin yüzde 95’inin parlamentoda temsil edildiğini belirtti.
Kurtulmuş, şu değerlendirmede bulundu:
“Parlamentoda iyi bir şekilde bu müzakereleri sürdürmeyi başarırsak bundan sonuç alabileceğimizi ümit ediyorum. Ben de şahsen seçimden sonraki dönemde yeni anayasa meselesini başta grubu bulunan siyasi partilerle görüşerek takip edeceğim. Bazı siyasi partilerin anayasa hazırlıkları var ama bütün siyasi partilerin bu süreçte yeni anayasaya ilişkin hazırlıklar yapmalarını bekliyorum.
Meclis Başkanı olarak akademinin, hukuk çevrelerinin, sivil toplum kuruluşlarının ve yeni bir anayasa ihtiyacını hisseden, sözü olan herkesin sözünün dinleneceği ve bundan istifade edileceği bir anayasa yapım sürecini demokratik bir hassasiyetle başlatacağız. Ümit ediyorum ki ön yargısız bir şekilde Meclis’te grubu bulunan partiler ve diğer kanaat oluşturacak sivil toplum kesimleri bu sürece katkıda bulunur.”
Geçmişte yapılan çalışmalarda 64 madde üzerinde partilerin uzlaştığı bir metnin bulunduğunu da dile getiren Kurtulmuş, “Bugün tahmin ediyorum çok daha fazla maddede partilerin uzlaşmaları mümkündür. Burada esas olan şey, bu tartışmanın doğru zeminde ve doğru yöntemlerle sürdürülmesidir. Doğru zemin, Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. TBMM’nin inisiyatifinde, halkın ihtiyaçları neyse, hangi konular gündeme geliyorsa bunları ön yargısız bir şekilde tartışmaktır.” ifadelerine yer verdi.
Anayasa hazırlığının biraz uzun vakit alabileceğini dile getiren Kurtulmuş, Meclis yeni yasama dönemine başladığında anayasa tartışmalarının Meclis’te yapılabileceğine inandığını söyledi.
SORU CEVAP
Moskova’daki terör saldırısının ayırt edici ne özelliğini görü-yorsunuz, Çünkü bu bir dönüm noktası olabilir. Küresel savaş başlata-bilir dediniz. Nasıl bir analiz yapıyorsunuz acaba da küresel savaş riski görüyorsunuz?
Görünen çok açık. Bir kere Rusya'nın özellikle Ukrayna konusunda daha sert bir tutum almasını sağlayacak bir saldırı olduğu, hedeflerinden birisinin bu olduğu çok net görülüyor. Zaten Rusya'dan gelen ilk tepkiler de bu yönde... Rusya da her-kes de biliyor ki bu örgütlerin hiçbirisi tek başına değil. Kendi ülkelerinin başkent-lerinin sokaklarında dolaşmayı doğru dürüst bilmeyen adamların dünyanın en büyük metropollerinden birisi olan Moskova'da böylesine büyük bir eylemi yapa-bilmesi, çok üstün bir istihbarat desteğiyle mümkün olabilir. Bunu siyasetten azı-cık anlayan herkes biliyor. Dolayısıyla birtakım istihbarat birimlerinin, devletlerin terör örgütüne en azından koruyucu, yol gösterici, lojistik veya istihbari destekler sağladığı belli oluyor. Rusya bu saldırıyı sadece bir terör tehdidi olarak değil, kendi varlığına ilişkin bir tehdit olarak algılıyor. Fail olarak ilk Ukrayna'yı göstereceği de belli...
Öyle görünüyor ki Netanyahu ve hükümeti bir şekilde gözden çıkarılmış olabilir. Onların da bir şekilde arka planda bu eyleme destek verdiği düşünülebilir. Amerika'nın BM’deki oylamada çekimserliği de öyle kolay bir şey değil. Ama bütün bunlar bizim dışarıdan okumalarımız... Çok net olan bir şey var; Rusya da bunu bu şekilde algılıyor. Bu doğrudan doğruya Rusya'nın bölgedeki varlığına, daha doğrusu bu kadar güçlü olmasına karşı yapılmış bir şey...
Şunu çok net söyleyebiliriz. Batı, Rusya'yla mücadelede başarısız olmuştur. Şimdi değil, 2014’te Kırım'ın ilhakı konusunda ağzını açmayarak... O zaman bir tek Mer-kel bir şeyler söylemeye çalıştı. Onun da gücü yetmedi. O sıralar ABD’nin stratejisi de çok fazla bu işlere bulaşmamak daha kenarda durmaktı. Hatta Avrupa'da NATO varlığının zayıflatılmasını da öngören bir stratejiydi.
Ukrayna da Rusya da çok büyük kayıplar verdi. Rusya belki ilan ettiğinin çok üs-tünde kayıplar verdi. Öyle anlaşılıyor ki bu savaşın Ukrayna tarafından da nihai bir zaferle bitirilmesini, en azından şimdilik istemeyen bir klik, bir tez var. Bu çok net görülüyor. Aksi takdirde en başında İstanbul'daki barış görüşmelerine destek ve-rirlerdi. Biz mesela iki alanda çok başarılı olduk. Bunlardan ilki esir takası, ikincisi de tahıl koridoru... Zaman zaman her ikisinde de tıkanmalar olmasına rağmen... Türkiye defaatle tıkanan bu süreçleri aştı. Ama bizim gösterdiğimiz çabanın tam tersine çabalar da oldu. Bunların bir kısmı barış istiyormuş görüntüsü altında as-lında savaşın devamından yanaydı.
Dolayısıyla Rusya, ister istemez bu saldırıyı hayati bir mesele olarak görüyor. Sadece bir terör saldırısı olarak gördüğünü zannetmiyorum. Ben de bu saldırının, aynı 11 Eylül saldırıları gibi, oyunu değiştirmek için bazılarının Rusya’da kurguladığı bir saldırı olduğuna inanıyorum.
Sayın Cumhurbaşkanımız Netenyahu'yla veya başka diplomatik kanallarla görüşmeler gerçekleştiriyor. Gazze'ye uygulanan şiddeti engelleyebilecek görüşmeler gerçekleştiriyor. Sayın Cumhurbaşkanı-mızın İsrail'e karşı bir duruş sergileme niyetinin olduğu, güç gösterisi gerçekleştirme niyetinin olduğu söylentileri vardı. Sayın Cumhurbaş-kanımız bu düşüncede iken, devlet kadroları raporlarıyla bunu engel-ledi mi? Ya da böyle bir güç gösterisini gerçekleştirmekten vaz mı geçti Türkiye?
İkincisi de “anayasayla ilişkin olarak önümüzde iki görev, ödev var” de-diniz. Birincisi anayasa… Bu, Sayın Davutoğlu'nun Suriye'ye götürdüğü anayasa değişikliği gibi Türkiye'den istenilen, ABD’nin istediği bir anayasa değişikliği mi, yoksa Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda, menfaat-leri doğrultusunda istenilen bir değişiklik mi?
Şimdi önce şunu söyleyeyim. Türkiye ilk andan itibaren Gazze'deki katliam ve İs-rail'in saldırganlığı karşısında tavrını çok net bir şekilde ortaya koymuştur. Daha birçok ülke Hamas'ın ismini anmakta tereddüt ederken Türkiye Cumhurbaşkanı büyük bir cesaretle Hamas'ın bir terör örgütü olmadığını, kendi vatanlarını savu-nan insanlar olduğunu ifade etmiştir ki, zaten İsrail'in bu süreçteki en büyük ka-buslarından birisi bu oldu. İlk andan itibaren bütün platformlarda bu konudaki görüşlerimizi dile getirdik.
Biz başından itibaren mücadele ediyoruz. Birleşmiş Milletler’den bir karar çıkara-bilmek için mücadele verdik. İkincisi garantörlük imkanı için mücadele ettik, Tür-kiye'nin müdahalesinin arkasındaki şey imkan odur. Kıbrıs'a nasıl müdahale ettik? Kıbrıs'a müdahale edebilmemiz için bir garantörlük mekanizması kurulmuştu. Burada da böyle bir mekanizma kurulabilir mi? Bunun için çok mücadele ettik. Zaman zaman müzakerelerde buna yakın bir noktaya gelindi. Ama sonuç alınamadı.
Türkiye İsrail'in bu saldırgan tavırlarına karşı uluslararası camiayla birlikte bir fiili müdahalenin zorunlu olduğuna inanmıştır ve bunu her platformda dile getirmiş-tir. Ama maalesef bugünkü şartlar içerisinde gerçekleşemedi.
Anayasa meselesine gelince… Anayasa konusunda yıllardır konuşuyoruz, siyasi hayatımız boyunca konuşuyoruz. Sadece biz konuşmuyoruz, bütün siyasi partiler aynı şeyi söylüyor. Türkiye'nin kendi inisiyatifleri ile, kendi ihtiyaçlarıyla oluştur-duğu, demokratik, kapsayıcı, kuşatıcı ve sivil bir anayasaya ihtiyacı var. Ne zaman yeni bir anayasa yapımı tartışılsa bazı çevrelerden, ‘Anayasa yapabilmek için kuru-cu meclisin olması lazım.’ tepkisi geliyor. Kusura bakmayın, 1960 darbesinin ana-yasasını onaylayan meclis kurucu meclis oluyor; 1982 Anayasası’nı kabul eden meclis, kurucu meclis oluyor da bu milletin seçtiği meclis niye anayasa yapamıyor? Biliyorsunuz en az iki asra yakın bir süredir anayasacılık tecrübemiz var bizim. Ar-tık Türkiye'nin darbe anayasasından kurtulması lazım. Bu savsaklanamaz, ötele-nemez, üstü örtülemez bir meseledir. Dolayısıyla hiçbir şekilde, içeriden, dışarı-dan, başka birilerinden sufle edilerek söylenecek bir anayasa teklifine ihtiyacımız yok. Bu millet bütün farklı siyasi farklılıklarıyla kendi görüşlerini toplar ve olgun bir sürecin sonunda da kendi ihtiyacı olan bir anayasayı, yeni bir anayasayı gerçek-leştirebilir.
Sizin konuşmanızdan anladığım, seçim sonrası temel gündem maddesinden birisi anayasa değişikliği ve yeni bir anayasa. Bu yeni anayasada biz ne gibi değişiklikler bekliyoruz ya da hedefliyoruz Tür-kiye olarak? 1982 Anayasası özgürlükleri kısıtlayan bir anayasa, askeri darbe sonrası hayata geçmiş bir anayasa. Ancak Türkiye'nin baş-ka sorunları da var. Mesela çözüm süreci gibi bir süreç yeniden yürü-tülür mü? Yani bazı sosyolojik meseleler de bu anayasaya girer mi?
Anayasa konusunda bu nedenle partilerin fikirleri önemli. Yani herkesin kendi görüşleri olabilir, partilerin kendi görüşleri olabilir. Kimisi çok eskilerin tabiriyle mufassal bir anayasa yapmayı uygun görebilir. Kimisi daha kısa bir anayasa teklif edebilir. Bunların hepsi tartışılır. Mevcut anayasada da aslında yer almaması gere-ken, yasalarla düzenlenebilecek bazı hükümler yer alıyor. Bana şahsen fikrimi so-rarsanız ben tek maddelik bir anayasa yazardım. ‘Devlet, adaleti sağlamakla yü-kümlüdür.’ Bütün devletin sistemini bunun içerisine yerleştirirsiniz. Ama bizim şahsen ne düşündüğümüzün, nasıl bir anayasa teklifi yapacağımızın ötesinde aslo-lan nasıl olgun bir tartışma zemininin oluşması sağlayabileceğimizdir.
Bence çözüm süreci ve anayasa tartışmaları birbiriyle bağlantılı değil. Anayasa ko-nusunda ihtiyacımız bellidir. İki süreci birbirine karıştırmamak lazım. Tabii şunu da çok net söylemek isterim. Özellikle bu bölgede Türkiye'nin artık terör diye bir meselesinin kalmaması lazım. Çukur eylemlerinden sonra devletin başarılı olma-sının temel sebeplerinden birisi örgütle vatandaş arasındaki ayrımı yapabilmiş ol-masıdır. Ben hep şunu söylüyorum; terörün arkasındaki bütün destekler ortadan kaldırılıncaya kadar Türkiye'nin terörle mücadelesi devam etmek mecburiyetinde-dir. Bunu yaparken içeride vatandaşlarımızın özgürlüğünü artırmak, bireysel hak ve inisiyatiflerini daha yüksek seviyede kullanmasını temin etmek için ileri adım-lar, demokratik adımlar atılmalıdır.
Türkiye-Irak ilişkilerinde bir yakınlaşma var ve Bağdat yöne-timinin PKK'yı terör örgütü ilan edip etmemesi gibi bir mesele var. Bu-nun için de Irak parlamentosunun kararı gerekecek. Ama onların da çok parçalı bir yapısı var. Şimdi Sayın Cumhurbaşkanının nisan ayın-da bir Irak ziyareti olması bekleniyor ama sizin Irak Meclis Başkanıyla, o parçalı yapıyla görüşmeniz, buna dair yürüteceğiniz bir diplomasi olacak mı?
Tabii özellikle terör meselesinde Türkiye'nin ciddiyetini görmüş vaziyetteler. Ama esasında terör örgütlerinin Irak'a da çok büyük bir zarar verdiği ortadadır. Irak fii-len parçalanmış, dağılmış vaziyettedir, yönetilemez durumdadır. Türkiye'nin hem Irak konusunda hem Suriye konusunda başından itibaren yaptığı en olumlu işler-den birisi iki ülkenin de toprak bütünlüğünün temini için çaba göstermesidir. Irak tarafı bunu çok net bir şekilde görüyor. Bu terör örgütlerinin kendilerine de zarar verdiğini görüyor. Zor bir iş tabii dediğimiz gibi her bir terör örgütü aslında başka bir ülkeyle de dış teması, diplomatik teması yürütmeyi zorunlu kılıyor. Çok hassas, çok fazla da gürültülü olmayan bir süreç yürütülüyor. İnşallah hem Türkiye'nin sahadaki varlığı hem de diplomasi masasındaki başarılarıyla belli bir noktaya geli-nebilir. Ama işin acı tarafı, bu konuları konuştuğumuzda yüreğimiz sızlıyor. Göz göre göre Amerika'nın işgaliyle birlikte başlayan süreç, önceden tahmin ediyorduk, böyle bir işgal olursa sonucu buraya varır. O zaman tahmin ettiklerimizin hepsi maalesef gerçekleşti. Irak paramparça hale, Suriye yönetilemez hale getirildi, Libya, Yemen parçalandı, Lübnan aynı şekilde… Türkiye, bir taraftan güncel siyasi mese-leleri takip ederken diğer taraftan da bölgenin bütünlüğü perspektifine de dikkat çekiyor. Bütün muhataplarımıza bunu anlatıyoruz. Önümüzde iki yol var. Ya em-peryalistlerin bu bölgede çizdiği yeni neo-emperyal tezler çerçevesinde sıramızın gelmesini bekleyeceğiz ya da hep beraber kendi ortak menfaatimize olan sonucu elde edeceğiz. Onun için ben Irak’la inşallah kalıcı bir sonuç elde edileceğini düşü-nüyorum. Evet, çok parçalı bir yapı var orada ama bunu aşacağımızı düşünüyorum. İyi bir istikamette gidiliyor, detaylı görüşmeler yapılıyor.
Bu soruyla ilgili olarak İran’ın PKK’ya karşı tutumunu değerlendirebilir misiniz?
Tüm bölge ülkelerine bu terör örgütlerinin şu ya da bu şekilde zararı var. Zaten İran'la da ortak teröre karşı, PKK-PJAK terörüne karşı ortak hareket de ediliyor. Ben yoğun bir çalışmayla sonuç alınabileceğini görüyorum.
Türkiye'de ne zaman anayasa konuşulsa herkes daha özgürlük-çü, daha insan merkezli bir anayasa istediğini söyler ama yapmaya gelindiği zaman siyasi partilerin tavrı ne olacak? Meclis’te temsil edi-len siyasi partilerimiz nasıl yaklaşıyor? Yani bu anayasa, Meclis tarafından yapılabilecek mi? Yoksa biz bir daha sandığa gidecek miyiz?
Bayramdan sonra nasip olursa partilerimizi de ziyaret edeceğim. Bundan da hiç çekinmem. Tek tek hepsiyle görüşürüm. Orada da inisiyatif alırım. Mühim olan partilerimizin kendilerinin anayasa değişikliği konusunda hazır olabilmesidir. Ha-zır olan partiler var, sürece ihtiyacı olan partiler var. Sonra sivil toplum, üniversite, hukuk camiası ile görüşülmeli, buralardan da fikir ve öneriler alınmalı ve sonuçta hepsinin müzakere edileceği resmi bir platform Meclis’te oluşturulmalı… Ben adı-nın nasıl şekilleneceğinin üzerinde durmuyorum. Burada esas olan iyi niyettir. ‘Yapmak istiyorum.’ Evet, herkes bunu söylüyor. ‘Yapmak istiyorum’ diyen iyi kötü yapar. Hiç kimsenin dediklerinin yüzde 100 hepsi olmayabilir. Partiler için söylü-yorum. Ama sonuçta iyi niyetli bir şekilde yaklaşılırsa ben sonuç alınacağından eminim. Bunun için de tabii önce Meclis’teki tansiyonun düşürülmesi, diyaloğun kurulması lazım.
Dikkat ederseniz, bana ziyarete gelen bütün parti gruplarına iadeiziyarete gittim. Grubu olmayan partilerin temsilcilerine de gittim. Diyalog zeminini sağlam, güçlü bir şekilde kurmak lazım. ‘Yapmak istemiyorum’ diyene de yaptıracak bir şey yok. Kimseyi zorlayamayız. Hiçbir siyasi partiye, illa sen bu sürecin içerisinde yer ala-caksın diyemeyiz. Ama ben Meclis Başkanı olarak herkese açık davetimi, bu konu-nun önemini bir kere daha hatırlatarak, kaçınan partilerin milletçe bir şekilde gö-rüleceğini ve olumlu katkı sağlamalarını temin etmekle kendimi vazifeli atfediyorum.
Anayasanın ilk dört maddesi konusunda siyasi partiler arasın-da anlaşmazlık oldu, uyuşmazlık oldu, her defasında konularda kilit-lendi. Bu da herkesin malumu. Bu konuda herhangi bir gevşeme ya da herhangi bir esneme söz konusu olabilir mi? Çünkü hem Milliyetçi Hareket Partisi, yüz maddelik bir anayasa çalışması yaptı, bunu sanırım AK Parti'ye de iletti Milliyetçi Hareket Partisi yetkilileri. Ama bir ta-raftan Cumhuriyet Halk Partisi de bir çalışma yapmıştı. Bunda da anayasanın ilk dört maddesinin dokunulduğu, dört maddesinin yer almadığı söz konusu olmuştu. Bundan sonraki süreçte böyle bir çalışma geldiğinde ne gibi bir adım atılabilir?
Önce ittifak edilecek hususların gündeme getirilmesi lazım. İlk dört madde konu-sunda partilerin bir ittifak halinde olmayacağı aşikârdır. Dolayısıyla tartışmalı ol-duğu belli olan bir konunun gündeme getirilmesi lüzumsuz yere gündemi işgal etmektir. Onun için ilk dört maddenin bu tartışmalarda gündeme alınmayacağı aşikârdır.
Türkiye'nin geleceğini de yakından ilgilendiren süreçlerin gerek Gazze meselesi, Filistin meselesi olsun gerek Suriye meselesi olsun ge-rek ara bulucusu olmaya çalıştığımız Ukrayna-Rusya savaşı olsun bu süreçlerin hepsinin akamete uğramasında veya uğratılmaya çalışıl-masında karşımızda hep mensubu olmaya çalıştığımız Batı kulübünü görüyoruz. Bunun bu şekilde devam etmesi sizce Türkiye'nin bir yol ay-rımında olduğunu mu gösteriyor?
İkinci olarak da Hamas'ın Türkiye'deki temsilcilerinden Basem Naim bizi ziyarete geldiğinde sohbetimizde şunu söylemişti, yirminci yüzyılda Siyonizme karşı müca-delemizde bir ilki başardık, Aksa Tufanı Operasyonu'yla. Bunları sıralarken baş maddelerde de şunu söyledi. İsrail'in yenilebileceğini dünyaya gösterdik. Bu dün-yada bir ilktir. Şimdi siz vekalet savaşlarından bahsettiniz, vekalet örgütleri, terör örgütleri, vekil devletler dediniz. İsrail'i söylediniz. Ukrayna'yı da ima ettiğinizi an-lıyorum. Tabii Suriye'yi de bunun içerisine katabiliriz. Vekalet örgütlerinin saldırı-larına, terör faaliyetlerine rağmen hedeflerine ulaşamaması, vekil devletlerin de yine aynı şekilde saldırganlıkları karşısında yenileceklerinin ortaya çıkması, asıl devletlerin yani Batı hegemonyasının artık yenilmeye başladığının ve dünyadaki bu hegemonyanın bitişe gittiğinin bir göstergesi midir?
İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan sistem, malum 1945-1990 arasındaki dö-nem, her yerde iki devletin başat olarak ülkeleri yönlendirdiği bir dünya sistemiy-di. 1990’dan sonraki dönemde bu sistem yer ile yeksan oldu. O dönemde Amerika Birleşik Devletleri, tek kutuplu dünya sistemi diyerek tek başına egemen olacağını ilan etti. Ama malum ABD önderliğindeki Batı, kendisi için yeni düşmanlar icat etti. Afganistan meselesi ve İslam dünyasının yeni bir düşman olarak ortaya ko-nulması anlayışı vesaire…
Gelinen noktada şunu gördük ki; ABD öncülüğündeki Batı hâkimiyeti Afganis-tan'dan hızla çekilmek zorunda kalarak sona ermiştir. Bir düzeni kalmamış dün-yada, potansiyel olarak her tarafta büyük çatışmaların çıkabileceği bir dönemdeyiz.
Türkiye olarak bu süreci umarım daha iyi değerlendiririz. Yeni dünya dengeleri içerisinde, bu bölgedeki denklemlerde, ana aktörlerinden biri olma potansiyeline sahip olan ülke Türkiye'dir. Dolayısıyla Türkiye ne şu eksene ne de bu eksene göre kendisini konumlandıramaz. Türkiye milli eksenini tahkim etmek zorundadır. Bunun için mücadele etmek mecburiyetindedir. Bu anlamda, tarihsel olarak bü-yük avantaj elde ettiğimiz kanaatindeyim. Dünya sisteminin çökmüş olması, ABD’nin forse ettiği Batı hâkimiyetinin dağılmış olması, 1940-1945 sonrasında oluşmuş küresel kurumların çökmüş olması, evrensel olarak söyleyecek sözü olan-ların sözünün daha fazla geçerli olabildiği bir dönemi işaret ediyor. Türkiye'nin bu anlamda büyük bir avantaj elde ettiğini düşünüyorum.
Hiç kimsenin eksenine girmek mecburiyetimiz yoktur. Türkiye zaten kendi ekse-nini inşa ediyor, gerçekleştiriyor. Özellikle milli savunma sanayindeki başarıları-mız artarak devam ederse zaten Türkiye'nin çok daha güçlü bir şekilde yoluna de-vam edeceği açıktır. Biz kendi eksenimize, kendi köklerimize döner, kendi milli karakterimiz üzerinden yükselebilirsek Türkiye'nin geleceği açıktır.
Dünyaya büyük hayal kırıklığı yaşatan İslam dünyası da kar-şımızda duruyor. Özellikle Gazze meselesinde. Hemen bir olağanüstü toplantı yapıldı, bir temas grubu kuruldu fakat neticesinde bir etkinlik göremedik. İslam dünyasının mevcut halini nasıl okuyorsunuz? Kısa veya orta vadede bir düzelme, gelişme ihtimali görüyor musunuz?
Cevabı açık. Çok kötü görüyoruz. Mevcut durumumuz maalesef, yürek parçalayıcı bir haldedir. Bunu da söylüyoruz. Avrupa Birliği'ne laf söylüyoruz, NATO'ya laf söylüyoruz. Birleşmiş Milletler’e laf söylüyoruz. Eyvallah, bunlar bizim sorumlu-luğumuz. Ama İslam İşbirliği Teşkilatı da nerede? Bunu sormak da herhalde so-rumluluğumuzdur.
Maalesef bu süreçte çok derli toplu bir vaziyette duramadık. Ben gittiğim ya da ko-nuştuğum İslam ülkelerinin temsilcilerine hep şunu söylüyorum; hoca camide namaza durduğu zaman geriye döner, ‘Ey cemaat saflarınızı sık tutun. Safların sık-lığı namazın sıhhatinin şartlarındandır. Çünkü safları sık tutmazsanız araya şeytan girer.” Siyasi olarak farklılıklarımız olabilir ama sonuçta biz saflarımızı sık tutmaz-sak araya başkaları girer. Mevcut durumumuz bu.
7 Ekim'den iki gün sonra 9 Ekim'den itibaren çok sayıda ülkeyle temaslarımız ol-du. Zaman içerisinde şunu gördüm ve çok memnun oldum. İslam ülkelerinde ola-ğanüstü yüksek bir bilinç ortaya çıkıyor. Burada Türkiye'nin ve Tayyip Erdoğan'ın tarihsel bir katkısı, rolü vardır. Cesaretle kalkıp gerekenleri söyleyebilmesi, birçok ülkeyi cesaretlendiriyor. Öyle ülkeler var ki isimlerini söylemeyeyim, meclislerin-de kınama çıkmamış. En son Fildişi Sahili’ne gittiğimizde Meclis Başkanı, güzel bir konuşma yaptı. O toplantıya kadar Fildişi Sahili’nde İsrail karşıtı bir tek demeç çıkmamış. Çok güzel, yerli yerinde bir konuşmaydı. Ertesi gün ülkedeki bütün ga-zetelerin manşetinde yer aldı. Dediler ki “burası için bir devrim.” Artık İslam Dün-yası da yavaş yavaş cesaretlenmeye başlıyor.
Önümüzdeki dönemde üç alan görüyorum. Bunu da her yerde söylemeye gayret ediyorum.
Bunlardan birincisi Netanyahu ve hükümetinin yalnızlaştırılması. Çok hızlı gelişe-cek bu netice, önümüzdeki günlerde göreceksiniz.
İkincisi İslam dünyasının birliğinin, beraberliğinin temin edilmesi. En azından siyasi birliğinin temin edilmesi...
Üçüncüsü ise insanlık cephesinin tahkimi… Yeryüzünün her yerinde dini, diyaneti, rengi, dili ne olursa olsun kalbinde zerre miktar insanlık olanlar sokaklara çıktı. Bu gerçekten planlasanız yapılamayacak bir şey. Bir insanlık cephesi oluştu. Türki-ye olarak üzerimize düşen bir sorumluluk da insanlık cephesini tahkim etmektir. Böyle yapabilirsek İslam dünyasının içinde bulunduğu durumda da süratle bir iyi-leşme sağlanacaktır. Türkiye cesaretle öne çıktı.
Bir de İslam ülkeleri kendi iç problemleriyle uzunca bir süredir meşguller... İlk sefer dışarıda büyük bir tehdidin olduğunu bu kadar net algıladılar.
Az önce safları sıklaştırmaktan bahsettiniz. İslam aleminin tu-tumundan bahsettiniz. Komşusu açken tok olmanın da ne kadar hassas bir durumunda olduğumuzu gösteriyor. Gazze’den gelen görüntülerde, Gazze’de açlıktan, sefaletten ölen çocukların görüntülerini görünce gerçekten içimiz kan ağlıyor. Bu duruma Türkiye gibi sesini yükselten, bu konuda tepki gösteren başka bir ülke var mı?
Bu sürecin devam etmesini istemeyiz. Ama bu süreç devam ettikçe şunu gördük ki çok sayıda ülkeden de sesler çıkmaya başladı. Siyasi partilerden, milletvekillerin-den… Geçen Biden'ın yüzüne karşı İrlanda başbakanı saydı döktü. Çok nezaketli bir üslupla söyledi. İrlanda, İspanya, Latin Amerika'da çok sayıda ülke ciddi ses çıkar-maya başladı. İngiltere parlamentosunun içerisinde de Filistin davasını destekle-yen sesler yükselmeye başladı. Ama en önemlisi, ilk zamanlarda gösteriler yasak-lanmış olmasına rağmen halkların önemli bir kısmı hükümetlerini dinlemedi. Yüz milyonlarca insan, beklenenin çok üstünde insan sokaklara çıktı. Bir reaksiyon halinde şu anda. Bir siyasal bilince dönmüş değil. Burada da Türkiye ön alabilir. Yeni küresel, siyasal mimari tezimizin fevkalade önemli bir politik argüman oldu-ğunu görüyorum. Dünya beşten büyüktür diye özetliyoruz; Afrika, İslam ülkeleri, Latin Amerika niçin temsil edilmiyor. Niye beş ülkenin veto yetkisi var? Böyle bir sistem nasıl ayakta durabilir?
Dünya şu noktaya geldi; buna seyirci mi kalacak, reaksiyon mu gösterecek? Bunu sürdürmek lazım, uzun süre devam edecek bir mücadele haline getirmek lazım. Tabii bunun ilk adımı Netanyahu ve çetesinin tasfiye edilmesi, tasfiyeyle de kalma-yıp uluslararası ceza mahkemesinde hesap vermeleri, öyle olmasını temenni ediyo-ruz.
Son dönemde Avrupa Birliği'ne yönelik mesajlar çoğaldı Türki-ye'de. Almanya'yla da yakın temastayız bu konuda görüldüğü kada-rıyla. Nisan ayında Steinmeier'in Türkiye'yi ziyareti söz konusu. Ma-yısta Sayın Şimşek gidecek, Bolat yakın tarihte gitti. Eylül'de bir daha gideceği gözüküyor programına göre. Sizin bu konuda bir ziyaret dü-şünceniz var mı? Ve bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye'yle Avrupa Birliği ilişkileri hiçbir zaman doğrusal bir şekilde yürümedi. Hep inişli çıkışlı oldu. İlişkilerin çok gergin olduğu zamanlardaki sorumlusu da hiçbir zaman Türkiye olmadı. Avrupa Birliği çok açık çifte standartlar uyguladı. Bunlardan biri mesela tam üyelik sürecinde gösterdikleri tavırdır. Türkiye bu ko-nularda hiç taviz vermedi. Yani tam üyelik süreci sizin inisiyatifinizle değil, karşı-lıklı müzakereler ile yürüteceğimiz bir şeydir. Şimdi esas tartışma; Türkiye-AB ilişkilerinin nasıl olacağından ziyade Avrupa'nın kendi içerisindedir.
Birinci tartışma, AB genişleyecek mi, daralacak mı? İkinci tartışma, AB, Ameri-ka'nın boyunduruğu altında mı kalacak, daha bağımsız bir yol mu izleyecek? Üçün-cü tartışma ise Alman inisiyatifi mi, Fransız inisiyatifi mi baskın olacak? İngilizler kendilerini dışarı çekerek tartışmaların biraz dışında konumlandılar.
Benim şahsi kanaatim Avrupa Birliği Kırım'ın işgaline bir şey diyemeyerek zaten politik olarak birkaç adım geriye çekilmiştir. Şimdi NATO, aracılığıyla derlenip to-parlanmaya çalışıyorlar. Bu süreç Avrupa'nın kendi iç tartışmalarını belirleyecek-tir.
Avrupa genişlemek istiyorsa dikkate alacağı en önemli ülke Türkiye'dir. Türkiye çok kültürlülüğü, farklı fikirleri barındırabilme potansiyelini Avrupa'ya kazandırır.
Tabii bir başka önemli tehlike, dünyanın geleceği için çok büyük tehlikelerden bi-risi de; Avrupa'da yükselen aşırı sağ, ırkçılık ve faşizmdir. Bu tür politik kaymalar Avrupa'nın ana akım damarlarını zehirliyor. Yabancı deyince tüyleri diken diken olan kayda değer bir kitle var. Bu kitlenin oyunu almak için ana akım siyasetçiler bile o dile yakın mesajlar vermektedir. Dolayısıyla bu kitlenin bakışında Türk, kö-tü bir şey… Üstüne son 10-15 yıldır devam eden İslamofobi artık aleni bir İslam düşmanlığına dönüşmüştür. Demokrasi, fikirlere saygı, dinlere, inançlara hürmet gibi AB’nin en temel tezleri, değerleri çiğnenmiştir. Bence Türkiye ile Avrupa iliş-kilerini konuşurken önce Avrupa'nın bu durumunu müzakere etmek lazım. Biz bu sürecin başından itibaren hiç bu oyunu bozan olmadık. Ama kaç yıl oldu? Yetmiş küsur yıl devam eden bir süreç. Türkiye buna razı olmaz. AB, eğer iyi bir gelecek tasarlayacaksa Türkiye'yle iyi ilişkiler kurmaya muhtaçtır. Bu anlamda hem AB’nin kurumsal yapısıyla hem de ikili olarak iyi ilişkilerimizi sürdürüyoruz. Her gittiğimiz platformda yetkililerle görüşüyoruz, konuşuyoruz. Onlara da bu uyarıla-rımızı yapıyoruz. Yani orada da makul siyasetçiler artan İslamofobi ve ırkçılığın ne büyük tehlike olduğunu görüyorlar.
Gazze’de diyelim ki bir ateşkese varıldı. Netanyahu hükümeti de zayıflatıldı. Yeni bir dönem başladı. Bu noktada bazı yorumlar çok uluslu bir barış gücü bölgede konuşlanabilir diye. Sizce Türkiye böyle çok ulusu barış gücü içinde yer almalı mı?
İkinci sorum da aslında Türkiye'nin kendi içsel meselesine yönelik. Anayasa tar-tışmaları var. Siz de dolaşacağım ve fikir soracağım dediniz. Fakat bir yandan da Türkiye'de yargı reformuna yönelik de iktidar cephesinden gelen bazı çalışmalar yapıldığı söyleniyor ama son dönemde şunu da biliyoruz ki yargının en üst düze-yinde büyük gerilim yaşandı. Hatta bunu son olarak Can Atalay davasında Mec-lis’te de biliyorsunuz büyük eleştiriler eşliğinde büyük kavgalar oldu, gerilimler oldu. Bu yönde Meclis Başkanlığına da eleştiriler geldi. Sizce bu yargının en tepe-sindeki gerilim sönmeden, bu anayasa tartışmaları bir yere varır mı? Yargı refor-mu da herhangi bir adım atılabilir mi? Muhalefet cephesiyle birlikte iktidar ara-sında bir konsensus sağlanabilir mi?
İkincisinden başlayayım. Tabii sağlanır. Siyasette iyi niyetle sonuç alınmaz diyen-ler var ama ben tam tersini düşünüyorum. Yani iyi niyetle başlanırsa herkes etek-lerindeki taşları dökerse sonuç alınır. Zaten son yargı krizinde de gördüğümüz şey buydu. 12 Eylül darbesini yapanlar, bu anayasayı yapanlar çok açık söyleyeyim, hiç-bir şeyi öyle tesadüfen yapmamışlar. Anayasanın içinde birtakım mayınlı alanlar bırakmışlar. Bunlardan birisi de yargı organlarının arasındaki olası tartışma ve çatışma meselesi. Bu tartışma ve çatışmayı ortadan kaldıracak şey Meclis’in irade-sidir, yani milletin iradesidir. Niye partiler bu konuda oturup anlaşamasınlar, uzla-şamasınlar? Bunlar konuşulabilir.
Bireysel başvuru hakkının sınırları konusu vesaire, bunlar apayrı alanlar. Belki bir kısmı yasayla düzeltilebilir. 165 bin dosya var şu anda Anayasa Mahkemesi'nin önünde. Yani tarla sınırlarının ihlali bile bireysel başvuru dolayısıyla Anayasa Mahkemesi'ne geliyor. Belki bu alan bireysel haklar, siyasi özgürlükler gibi alan-larla çerçevelenebilir. Yeter ki doğru, olumlu adım atılabilsin. Ben sonuç alacağı-mızı düşünüyorum.
Gazze meselesi çok açık görüldü ki, bugünün meselesi değil. İsrail, güçten başka bir şeyle durdurulamıyor. 1948’den itibaren, her gün, her hafta, her ay adım adım, köy köy, şehir şehir işgal ederek, o meşhur harita görüldüğü gibi Filistinlilere ait olan toprak sadece yüzde 10-15 civarında kalmıştır. En son bugün Avrupa Birli-ği'nden eleştiri geldi, İşgalci hükümet 8000 dönüm toprağı yeni yerleşim alanı ola-rak ilan ediyor. Birleşmiş Milletlerin bir sürü kararı var, İsrail'i durdurmak için. Niye durdurulamamış? Arkasında destekleyen güçler var, karşında ise bir güç yok.
İsrail'in fiilen uluslararası hukuka aykırı attığı bu adımları önleyecek bir meka-nizma mutlaka kurulmak zorundadır. Barış gücü, en önemli tedbirlerden birisidir. Bizim garantör olmak dediğimiz şey bu… Türkiye'nin de içinde bulunduğu, terci-hen bölge ülkelerinden bir barış gücü oluşturulabilirse İsrail bu kadar rahat adım atamaz. Biliyor ki dünyanın kılı kıpırdamayacak. Adam bombaları yağdırıyor, orayı uçuşa yasak bölge ilan et, bir tane İsrail uçağı kalksın bakalım. Dolayısıyla bunun uluslararası bir mekanizma içerisinde önlenmesi mümkündür. Türkiye'de böyle bir barış gücünde yer alır.