22.01.2015 - 02:30 | Son Güncellenme:
SOLMAZ KAMURAN / UZAKDOĞU'NUN FARKLI YÜZLERİ - 3
Hong Kong’un inkâr edilemeyecek en başarılı yanlarından biri toplu taşımacılıktaki kolaylık ve konfor. Otelimizin altındaki alışveriş merkezinden Makao biletlerimizi alıp valizlerimize rağmen hiç yorulmadan feribot iskelesine geçtik. Makao da Hong Kong gibi Çin’e bağlı, kendi parası ve bayrağı olan özel bir yönetim bölgesi. Neredeyse 500 yıl yönetimi altında kaldığı Portekiz’den ayrılalı sadece 15 yıl olmuş. Hoş bir rastlantı olarak bizim ziyaretimiz de o güne denk gelmişti.
‘Çingilizce’
Katamaran tam zamanında kalktı, 1 saat sonra Makao limanındaydık. Haritaya bakınca buranın da birbirine köprülerle bağlı küçük bir yarımada ve iki adadan (Taipa ve Coloane) oluştuğunu anladık. Bavullarımızı alıp dışarı çıktık. Üstünde küçük Makao bayraklarının sallandığı taksilere doğru yönelmiştik ki yanımızda tombulca, gözlüklü bir adam belirdi. Sevimli ama en azından benim için anlaşılmaz bir İngilizceyle konuşmaya başladı. ‘Çingilizce’yi işi gereği çözmüş olan kızımla güzelce anlaştılar. 3 kişiydik, Çağla, ben ve kızım Işıl, bagajımız çoktu. Adamın minibüsü vardı, bizi otele götürecek sonra da alıp gezdirecekti. Ciddiyetini kanıtlamak için bize boynuna astığı sertifikayı gösterip duruyor, aynı kelimeleri tekrarlıyordu, ‘can can’... Fiyat makuldü, tek başımıza bilmediğimiz bir yerde rastgele dolaşmaktan daha iyiydi böylesi ve anlaştık.
Sam bavullarımızı bagaja yerleştirdi, direksiyona geçti ve konuşmaya başladı; “Şunu yapın bunu yapın, bunu yapmayın, Sam sizi bekler.”... Ve Sam bizi gezdirdi de gerçekten. Eğer yolunuz düşer de Makao’ya giderseniz ve Sam’e rastlarsanız ona güvenin.
Yarımadayı adalara bağlayan şahane köprüler var Makao’da, estetik ölçülerde güzel, zarif ve çok modern. Gökdelenler burada insanın gözüne gözüne girmiyordu, bir ferahlık, bir hoşluk vardı bu memlekette. Birbirimize bakıp gülümsedik.
Kumarhanelerin merkezi olan yerleşim inanılmaz bir zenginlik ve gösteriş içindeydi, ne ararsan vardı burada. Altın kubbeler, Venedik, bütün oteller yarışta... Mekânlar geniş ve ferahtı. Dünyanın en büyük, en sükseli, en konforlu otelleri... Biz de bu ‘enler’ içindeki yerimizi aldık, mütevazı bavullarımızı odamıza bırakıp Sam’in yanına gittik tekrar ve o da bizi Makao’nun tarihi yerleşiminin yer aldığı yarımada kısmına götürdü.
Sanki Portekiz
İlk durağımız Balıkçılar Rıhtımı’ydı. Oradaki sokak tezgâhlarından seçtiğimiz yemekleri yedik, gerçekten tertemiz ve lezzetliydiler. Tahta tokmakla dövülerek yapılan tatlı mı istersiniz, pofuduk mantı mı, kıtır ahtapot kızartması mı, çıtır ördek mi, tütsülenmiş ince etler mi, bizimkine benzer koz helva mı... Hepsi şahaneydi. Hava da güzeldi. Ohh...
Yollar geniş, kenarları ağaçlıklı ve ince bir zevkle düzenlenmişti. Makao Kulesi’ne çıkmadık, doğruca A-Ma Tapınağı’na gittik. Sam arabayı park edip tapınağı gösterdi, bana da “Sen burada sigara iç, Sam sizi bekler” dedi. Sanki Portekiz’deydim, kaldırım taşlarına kadar her şey aynıydı. Çok yüksek olmayan ağaçlar, Portekizce yazılmış yön levhaları, hoş bir tatlı koku... Tapınak büyük değildi ama daha önce gördüklerimden farklı olarak olağanüstü bir tütsü dumanı içindeydi. Işıl ve Çağla o uhrevi mekânı dolaşırken ben de dışarda bir ağacın altına oturup etrafı seyrettim. Hong Kong curcunasından sonra buraya gelmek gerçekten çok güzeldi. Makao’nun nüfusu 500 bin olduğu için refah payı da ona göre yüksekti. Ama yine de Portekiz kolonyalizmi buraya bir şeyler vermiş gibi duruyordu. Kabul edilebilir bir yaşam biçimi...
‘Kazıklandınız’
Sam’i üzmeden söylediği zamanda yanına gittik, bizi buradan tepedeki kiliseye götürdü. Kilise kapalıydı ama bahçesinden harika bir Makao manzarası görünüyordu. Limanlar, yeşilliklerin arasındaki renkli kolonyal binalar ve modern gökdelenler, köprüler... Grand Lisboa binası, altından yapılmış dev bir çiçek gibiydi. Bir gelin vardı bahçede, mutluluk içinde objektife poz veriyordu. Kilise kapısındaki iki yaşlı seyyar satıcı Çince, İngilizce ve Portekizce karışık bir dille bir şeyler satmaya çalıştı, kırmadık onları. Sam kızdı, “Kazıklandınız” dedi.
Balıklar ve çamaşırlar
Oradan ünlü Senora Meydanı’na gittik, tam bir şenlik vardı, her yanda Çin’e özgü bir zevkle donatılmış Noel ağaçları, sokak süslemeleri... Tabii bir de Portekiz’den ayrılmanın 15’inci yıldönümü şenlikleri bu Noel’i daha da albenili yapıyordu. Sokak konserlerini dinledik, seyyarlardan tatlılar yedik ve yürüdük. Benim ilgimi en üst katlarına kadar pencereleri telli binalar çekti. Küçücük evlere sığamayan insanlar bu tellere çamaşırlarını asıyor, tencerelerini, tavalarını, çiçeklerini koyuyorlardı. Hatta balıkların ve çamaşırların yan yana kurutulduğu yerler bile vardı.
Senora’dan sonra Aziz Paul harabelerine gittik. Efes’teki kitaplık gibi burada da sadece bir duvar kalmış ve duvarın arkasından görünen gökdelenler tuhaf bir zıtlık yaratıyor. Yan tarafta harika bir koru var, diğer tarafta ise daracık sokaklar. Tertemiz, kapı önleri çiçekli basit evler ve yaşlı insanlar... Bir küçük Budist tapınağı, tütsü kokuları... Korunun kenarındaki dükkânlardan birinde yaşlı, dişsiz bir adam sazdan şapkalar, yelpazeler örüyordu, dayanamadık aldık. Sam yine kızdı ve yine “Kazıklandınız” dedi.
PORTEKİZ YEMEKLERİ ENFES!
Sam bizi önce iki sevimli Hintli genç kızın hediyelik eşya dükkânına oradan da otelimize götürdü. “Şimdi gidin dinlenin, sonra yemek yiyin, sonra da gazinoya gidin, ama çok para harcamayın” dedi. Yarın akşam da 3 saat önce alanda olun, diye tembih etmeyi de ihmal etmedi. Ah Sam, ahh...
İlk Türk misafirleri
Yine de dediklerini yaptık ve yemek için otelin yakınlarındaki Portekiz mahallesinde bir lokantaya gittik. O ‘Santos Comida Portuguesa’ şahaneydi. Enfes bir yemek yedik, doyumsuzdu, sohbet de cabası... Işıl yarım Portekizli olarak harika yemekler seçti. Santos bizimle fotoğraflar çektirdi, ilk Türk müşterileriymişiz. Fiyatta çok uygundu.
Mutlu ve rahat otele döndük ve kumarhaneye girdik. Devasa bir yer, bakaralar, ruletler ve bilmediğimiz başka başka oyunlar... Biz makinelere biraz para attık, kaybettik, sıkıldık ve başka bir otele geçtik. Oradaki bara girdik ve çok da iyi oldu. On kişilik grup harika eğlenceli ve kaliteli bir müzik yapıyordu. Doğrusu çok eğlendik. Geri geldiğimizde sabah beşti.
Ertesi gün öğlene doğru toparlandık, Sam’in direktiflerine uyarak ‘check-in!” yaptık ve yine dışarı çıktık. Portekiz mahallesinde dolaştık, müzelere gittik, bir başka lokantada çorbalar içtik, bildiğimiz gibi salatalar yedik, biraz da kırmızı şarap tattık.
Makao güzeldi.
Akşamüstü yürüyerek otele döndük, eşyalarımızı alıp feribot limanına gittik. Işıl yine belinden mustarip... Bavullar sıra sıra... Ne yapacağız? Ama o da ne? Sam!!! Hemen eşyalarımızı kaptı bizi ‘check-in!’e götürdü. “Şimdi sen sigara iç, sonra da birlikte yukarı çıkıp yemek yiyin” dedi. Fotoğraf çekmek istedik, “ben şişmanım” dedi, yine de onu ikna ettik. Fotoğrafta Sam’in kanatları görünmüyor. Makao’ya giderseniz ona rastlarsanız bizim yerimize ona sarılın.
Bu hikâyenin gerisi malum...
KÜNYE:
Nasıl Gidilir? Hong Kong’dan bir saatlik katamaran yolculuğuyla
Nüfusu: 500 bin
Dini: Budist ve Taoist
Parası: Pataka, bu da HK dolarıyla aynı değerde ama HK doları da her yerde geçiyor
Dili: Çince ve Portekizce
Nerede kalınır: Kumarhaneleriyle ünlü bölgede lüks oteller var, ama burada da sadece kumarhaneler yok, çok güzel bir Portekiz mahallesi var. Yarımada’daysa her bütçeye uygun oteller mevcut.
İklim: Hong Kong’la aynı
Ne yenir: Çin mutfağın-dan izler de taşıyan şahane Portekiz yemekleri