26.07.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
Milliyet ramazan / Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır
FOTOĞRAFLAR: GARBİS ÖZATAY
Vatandaşlarımızın imsak ile ilgili sorularını konuşma üslubuyla cevaplamaya çalışacağım.
VATANDAŞ: Son zamanlarda kafamız iyice karıştı; hem Kur’ân’ın açık ve anlaşılır bir kitap olduğunu söylüyorsunuz hem de imsak ve yatsı namazı konusunu tartışıp duruyorsunuz. Kur’ân açıksa bunca tartışma niye yapılır? Neden birbirinizi suçlayıp duruyorsunuz? Gerçekten hocalar ne iş yapar?
BAYINDIR: Hocalar; Kur’ân’ı insanların anlayacağı dille tebliğ ederek Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin görevini sürdürürler. O, Allah’ın Elçisiydi. Elçi, kendinden bir şey katmadan birinin sözünü diğerine ulaştırmakla görevli kişidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, bunu yapmazsan onun elçiliğini tam yapmış olmazsın.” (Mâide 5/67)
O görevini yaptı ve Kur’ân’ı bize ulaştırdı. O Kitabı insanlığa ulaştırma görevi artık bizdedir.
Astronomik tan ve imsak vakti
O zaman Peygamberimizin sünnetini nereye koyuyorsunuz?
Onlar, Allah’ın Elçisi’nin Kur’ân’dan çıkardığı hükümler ve yaptığı uygulamalardır. Bu sebeple onun Sünneti bizim için çok önemlidir.
O zaman hocaların görevi, Kur’ân’ı ve Sünneti öğretmek olmalıdır. İmsak tartışmalarında da bunu yapmak gerekmez mi?
O zaman konuyla ilgili ayetleri görelim.
“Fecrden (kızıllık tarafından) kara çizgi ak çizginden sizce, tam ayırt edilinceye kadar yiyin için.” (Bakara 2/187)
“Sabahı bölen, geceyi dinlenme zamanı, güneş ile ayı hesaba uygun yapan odur. Bunlar güçlü ve bilgili olanın koyduğu ölçüdür”. (En’âm 6/96)
Diyanet astronomik tanı esas aldığını söylüyor. Astronomik tan yanlış mı?
Astronomik tanı, yıldız gözlemleyen uzay bilimciler kullanır; Güneş ufkun 18 altında iken başlar ve biter. En uzak yıldızla gözlemci arasına Güneş ışınları girmeyeceği için net bir yıldız gözlemi yapılabilir. Bunun imsak vakti ile ilgisi yoktur. O sırada hava zifiri karanlıkta ufukta herhangi bir aydınlık olmaz.
Fecr, ufku yaran kızıllıktır
Hayrettin Karaman Hoca bu sırada ufuk boyunca uzanan bir beyaz ışığın yayıldığını söylüyor. Ayrıca siz, fecre kızıllık diyorsunuz. O bunun yanlış olduğunu söylüyor. Ona göre Diyanetin imsakine göre oruç tutulur ve sabah namazı kılınır.
Sabahleyin en uzak yıldızla aramıza giren kızıl-beyaz karışımı güneş ışınları arttıkça görünen yıldız sayısı azalır ve doğu ufku aydınlanmaya başlar. Bu sırada insanlar, tan yerinin ağardığını sanırlar. Hâlbuki fecr, o aydınlığı enlemesine yaran kızıl ve beyaz ışık kuşaklarıdır. Çünkü fecr Arapçada mastar olarak; yarma, akıtma ve fışkırma; isim olarak da sabahın erken saatlerinde güneşten gelip doğu ufkunu yaran kızıllık anlamına gelir (Lisan’ul-Arab). Bunu şu hadisten de öğreniyoruz.
“Ufukta yukarıya uzayan aydınlık fecr değildir. Fecr, enlemesine yayılan kızıllıktır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned,)
“Size göre kızıllık enlemesine yayılıncaya kadar yiyin, için”( Ebu Davud Savm, 17, Tirmizi Savm 15, Ahmed b.)
“Bilâl’in çağrısı, bir de şu beyazlık sizi aldatmasın; kızıllık (fecr) fışkırsın veya kızıllık (fecr) doğsun.” (Ahmed b Hanbel, Müsned )
“Cebrail Kâbe’nin yanında bana... Sabah namazını kızıllığın parıldadığı, oruç tutana yemenin içmenin yasak olduğu saatte kıldırdı.”( Tirmizî, Mevâkît)
Gözlem sahur yemeği yerken yapılır
Tamam da Hocam, biz şehir yerinde nasıl gözlem yapabiliriz? Işıktan arınmış bir ortam gerekmez mi?
Gözlemi, sahur yemeğini yerken yapacaksınız. Ayet ne diyor; “Fecrden (kızıllık tarafından) kara çizgi ak çizginden sizce, tam ayırt edilinceye kadar yiyin için.”
Allah’ın Elçisi de aynı şeyi söylüyor:
“Yiyin, için; yukarı tırmanarak yayılan aydınlık sizi etkilemesin; enine yayılan kızıllığı görünceye kadar yiyin, için.” (Ebu Davud, Tirmîzî)
Aydınlık sokağımıza kadar gelmiş mi olacak?
O sırada aydınlık sokağınıza değil, evinize kadar girmiş olur. Bir kişi Allah’ın Elçisi’ne namaz vakitlerini sormuş, o da uygulayarak göstermek için birinci gün sabah namazını ilk vaktinde kıldırmıştı. Ebu Musa el-Eş’ârî diyor ki: “Ogün sabah namazını, fecr (kızıllık) yarıldığı sırada kıldırdı. İnsanlar neredeyse birbirini tanıyamayacaktı.” (Müslim, Mesâcid 178 - 614)
Ebû Berze şöyle demiştir: “Allah’ın Elçisi sabahı kıldırırken her birimiz yanında oturanı tanırdı” (Buhârî, Mevâkît’us-salah 11).”
Hocam, âyet ve hadisler bu kadar açıkken bizi gece yarısında oruca başlatanlar neden hep halkın kendilerine güvenmesini isterler?
Ellerinde bir delil yok da ondan.
KURAN’A SORALIM
Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey Nebî! Eşlerinin rızasını arayarak, Allah’ın helal kıldığını sen kendine niye haram ediyorsun?” (Tahrîm 66/1)
Âyette, Rasûlullah, Yüce Allah’ın helal kıldığı bir şeyi kendisine haram kıldığı için uyarılmıştır. Bu, Rasûlullah’ın nebî vasfıyla kişisel bir tercihi idi. Yani bunu rasûl sıfatıyla yapamazdı ve yapmadı da. Ancak örnek olma vasfı sebebiyle o yine de uyarılmıştır. Şu hadis de bu gerçeği dile getirmektedir: “Ben ancak Allah’ın, Kitabı’nda helal kıldığı şeyi helal ve yine ancak Allah’ın, Kitabı’nda haram kıldığı şeyleri haram kılarım.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 75)
Bir başka hadiste, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Helal, Allah’ın, Kitab’ında helal kıldıkları, haram da, Kitab’ında haram kıldıklarıdır. Hakkında bir şey söylemedikleri ise, O’nun affettiği şeylerdir.” (Tirmizî, Libâs, 6)
Sonuç olarak, rasûller de dahil hiç kimsenin Allah adına helal ve haram kılma, emir ve nehyetme yetkisi yoktur. Rasûlullah’ın insanlar arasında hükümhüküm vermesine dair âyetleri de böyle anlamalıyız. Rasûlullah, insanlar arasında hüküm verirken Kur’ân’a bağlıydı. Şu âyet bu açıdan önemlidir: “Sana bu Kitab’ı gerçeğin kendisi olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin.” (Nisâ 4/105)
Rasûlullah Kur’ân’a göre hüküm verdiğine göre onun verdiği hükme itaat etmek gerekir. Nitekim Nisâ sûresinin 64. âyetinde, rasûllerin, kendilerine itaat edilmesi için gönderildikleri bildirildikten sonra, 65. âyette, Rasûlullah’ın verdiği hükmü tereddütsüzce kabul etmedikçe insanların iman etmiş sayılmayacakları hatırlatılır.
Günün Âyeti
İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla “Ey inanmış kimseler; Allah’tan çekinin, ona vesile arayın ve Allah yolunda çaba gösterin ki umduğunuzu bulasınız. Görmezlik edip kâfir olanlara gelince, yeryüzündeki her şey hatta bir o kadarı daha ellerinde olsa kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak verseler kabul edilmeyecektir. Onların payına düşen acı bir azaptır.“ (Mâide 5/35-36) O gün, kimsenin kimse için bir şey yapama gücünün olmadığı gündür. O gün bütün yetki Allah’ındır.” (İnfitâr 82/13-19)
“Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse, kimsenin yerine ceza çekmez, kimseden şefaat kabul edilmez, kimseden fidye alınmaz ve kimseye yardım edilmez.”
(Bakara 2/48)
Temel Dini Bilgiler
Zekât (1)
Zekâtın tanımı
İslam’ın şartlarından biri de zekâttır. Zekât sözlükte; temizlik ve artma gibi anlamlara gelir. Terim anlamı; “belli mal türlerinin belirli bir bölümünü, Yüce Allah’ın belirlediği yerlere mülk olarak vermektir”.
Zekât, sadaka kapsamında görülmüştür. Sadaka farz olan-olmayan bütün yardım çeşitlerini ifade ettiğinden zekâta göre daha üst kavramdır. Zekâta, sadaka denmesinin nedenlerinden biri malını veren kişinin Allah’ın emirlerine uyma konusundaki sadakatini, bağlılığını göstermesindendir.
Zekâtın önemi:
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müminlerin mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizleyip mallarını bereketlendiresin.” (Tevbe 9/103) Bu ayet zekâtın, onu veren kişiyi kötü huy ve günahlardan arındırdığını gösterir. Ayrıca zekâtı verilen mal kirlerden temizlenmiş ve artma sürecine girmiş olur.
Bir ayette şöyle buyrulur: “Allah, rızık konusunda sizin bazınızı bazınızdan üstün kılmıştır.” (Nahl 16/71)
İnsan serveti ancak başkalarının doğrudan veya dolaylı katkısıyla elde eder. Bu nedenle zenginlerin mallarında, başkalarının/fakirlerin hakları doğar. Fakirin hakkının teslim edilmesi dini bir zorunluluktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onların mallarında, isteyen ve mahrûm olanlar için belirli bir hak vardır.” (Zariyat 51/19)
Zekât sayesinde toplumda sosyal yardımlaşma ve dayanışma gerçekleşir, sermayenin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir güç olması engellenir.
Doğru bildiğimiz yanlışlar
Gelenekte dört ilâhî kitabın indiği kabul edilir. Bunlar Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân’dır. Rasûlullah’a nispet edilen rivâyette; Âdem’e on, Şît’e elli, İdris’e otuz ve İbrahim (a.s.)’a on suhuf (sayfalar) olmak üzere yüz suhufun indiği de iddia edilir. Böylece toplam sekiz nebîye kitap verilmiş olur. Hâlbuki bu doğru değildir.
En’am suresinin 83 ila 86. âyetlerinde şu isimler geçer: İbrahim, İshak, Yakub, Nuh, Dâvûd, Süleyman, Eyyüb, Yûsuf, Mûsâ, Hârûn, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yûnus, Lut. Bu on sekiz isim sayıldıktan sonra 87. âyette, bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden olup da ismi zikredilmeyenlere de atıfta bulunulur. 89. âyette de, zikri geçen ve atıfta bulunulanların tamamına Kitap, hükümhüküm ve nübüvvet verildiği bildirilir. Dolayısıyla Yüce Allah gönderdiği tüm nebilere kitap da vermiştir.
“Bu kitapta İsmail’i de an; o verdiği sözde durmuştu. O nebî olan rasûl idi.” (Meryem 19/54)
Sorularınız için mail adresimiz: fetva@suleymaniyevakfi.org
Süleymaniye Vakfı imsakiyesine şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.suleymaniyevakfi.org