10.11.2020 - 07:00 | Son Güncellenme:
Aydın Hasan / Ankara
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bugün vefatının 82. yıl dönümü. Milletin gönlünde çok özel bir yere sahip Atatürk, 10 Kasım 1938’de saat 09.05’te Dolmabahçe Sarayı’nda ebediyete intikal etti.
İşgal edilmek istenen vatanı kurtaran ve yeni bir devleti kuran Atatürk’ün yaşamı, çetin mücadeleler içinde geçti. Atatürk, son günlerinde, 1938 yılının Ekim ayı içinde Dolmabahçe Sarayı’ndaki hasta yatağından çıkarak Ankara’ya gitmek istiyordu. Çünkü Ankara’da önemli mesajlar vermek istediği iki programı vardı. Birincisi, 29 Ekim 1938’de cumhuriyetin kuruluşunun 15. yılı törenleriydi. İkincisi ise TBMM’nin 5. dönem 4. yasama yılının açılış konuşmasını yapmak istiyordu. Ancak Atatürk, hastalığının Ekim ayı içinde ağırlaşması üzerine Ankara’ya gidemedi. 29 Ekim 1938’teki Cumhuriyet Bayramı sırasında Dolmabahçe’deki hasta yatağında idi. Meclis konuşması ise TBMM’de 1 Kasım 1938’de Başbakan Celal Bayar tarafından okundu. Bugün; Atatürk’ün son günlerinden bazı kesitleri; yakınında yer alan iki isim olan dönemin Başbakanı Celal Bayar ve Kılıç Ali’nin hatıralarından yansıtmak istedim.
Ankara’ya gitmeyeceğim
İsmet Bozdağ’ın “Bilinmeyen Atatürk - Celal Bayar Anlatıyor” kitabında, Atatürk’ün son günlerine ilişkin şu ifadeler yer alır:
“Besbelli idi ki Ankara’ya gideceği günleri iple çekiyordu. Oysa daha Ekim’in başlarında idik. Ben Ankara’ya döner dönmez hem asansör işini, hem kürsü işini tamamlamıştım. Ama bu sıra Atatürk’ün sağlık gökleri yine kararıp şimşeklenmişti. Artık Ankara’ya gitmekten söz etmiyordu. Ekim’in son haftasında yine yanında idim. Sordu: ‘Nutuk bizde, Hasan Rıza’da değil mi?’
‘Evet Efendim.’ Işıkları puslanmış gözleriyle bir ara daldı. Sonra dudaklarını bükerek: ‘Bu halimle Ankara’ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Ankara’ya gittikten sonra hiç değilse trenden otomobilime kadar kimsenin yardımına muhtaç olmadan yürüyebilmeliyim, arkadaşlarımla sohbet edebilmeliyim. Bunu yapamayacak olduktan sonra değmez.’ Sonra bir süre daha durup düşündükten sonra: ‘Ankara’ya gitmeyeceğim. Nutuka son şeklini veriniz, göreyim.’
5 dakika izin verildi
Emirlerini yerine getirdim. Ancak hastalığı her gün biraz daha ağırlaşıyordu. Doktorlar beş dakikadan fazla konuşmasına izin vermiyorlardı. Uygun bir zaman arıyordum. Fakat Ulu Hasta vazifesini unutmamıştı. Bir gün haber verdiler: ‘Atatürk sizi istiyor. Nutkunu ve Orduya mesajını da beraber getireceksiniz’. Cumhuriyetin onuncu yıldönümünde Türk milletine mesaj yayınladığı halde, 15. yıldönümünde Orduya mesaj yayınlamak istemişti. Genelkurmay Başkanı Sayın Fevzi Çakmak mesajın taslağını hazırlamış bulunuyordu. Hemen istediklerini alıp odasına girdim. Yatağın içinde uzanmıştı. İnce bir yorgan göğsüne kadar çekilmiş, arkasındaki hafif meyilli yastıklara yaslanmış duruyordu. Eliyle, yanına yaklaşmamı istedi. Sandalyeyi yatağa bitiştirerek oturdum. ‘Nutuk ne oldu?’ ‘Hazır efendim’ dedim ve yavaş yavaş özetlemeye başladım. Doktorlar, yalnız beş dakika yanında kalmama izin vermişlerdi. Oysa bir Devlet Başkanı, en önemli görevini yapacaktı. Buna rağmen beş dakika içinde nutku ana çizgileri ile arz ettim. Büyük bir sükunet ve dikkatle dinledi. Sonra birdenbire; ‘Okumayacak mısın?’ dedi. Çaresiz nutku okumaya ve mümkün olabildiği kadar hızlı okumaya başladım. Büyük bir dikkatle ve ayrıntıları değerlendirerek dinliyordu. Okuma biter bitmez, onun konuşmasına fırsat vermeden; ‘Eksik olan finaldir’ dedim. Yüzüme baktı. Yorgun gözleriyle gülümsüyordu. ‘Şimdi tamamlarız’ dedi. Ben söyleyeceklerini yazmak için kalemi aldım. Bekliyordum. ‘Yaz’ dedi. ‘Büyük Kamutay şimdiye kadar olduğu gibi bundan böyle de bütün işlerinizde başarılar dilerim.’ Bu cümle ile nutuk bitmişti. Ayağa kalktım veda etmek için hazırlanıyordum. Bırakmadı. ‘Peki’ dedi, ‘Bu nutku benim yerime nasıl okuyacaksın?’ Atatürk Meclis nutuklarını Meclis Başkanı kürsüsünden okur. Ben onun yerine okuyacağıma göre, nereden okumayı düşündüğümü soruyordu.
‘Başkan celseyi açacak, bana söz verecek. Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 36. maddesine göre Cumhurbaşkanının senelik nutuklarını Başvekillerine okutmak selahiyeti vardı. Ben de (Emirleri üzerine nutuklarını okuyorum) diyeceğim.’
Atatürk memnun oldu. Gülümsedi. ‘Tamam oldu’ dedi. Çıkmak için küçük bir hareket yaptım. Bu sefer Meclis’te ve parti grubunda tüzük gereği yenilenmesi gereken başkan seçimleri için ne düşündüğümü sordu. Geleneğe uygun davranılacağını söyledim. Değişikliği gerektiren bir hal yoktu. ‘Öyle yapınız’ dedi. Sonra ekledi. ‘Arkadaşlarıma benim selam ve muhabbetlerimi söylemeyi unutma.’
Yanağımı yasladım ağlıyordum
Kapıda ayak sesleri duyulmaya başladı. Bana verilen süreyi çok aşmıştım. Veda için elimi uzatırken bu sefer: ‘Bilançoyu zengin buldum’ dedi. ‘Memleket için hayırlı muvaffakiyetli işler başarıldığını gördüm. seni ve vekil arkadaşlarını tebrik ederim.’ Sağ eli yorganın dışında duruyordu. O dünyanın en güzel ve hastalıktan büsbütün incelmiş ellerini, bu en büyük Türk’ün elini iki elimle kuş okşar gibi tuttum, yeryüzünün en büyük tazim ve sevgi duyguları ile öptüm ve yanağımı yasladım. Ağlıyordum. Ben Başvekilliğimi, O Cumhurbaşkanlığını unutmuş gibiydik. Konuşmuyorduk. Artık kelimelerin bir değeri kalmamıştı. Gözlerimle gözlerinden veda işaretini alarak ayrıldım.”
Gençlerin tezahüratı
Milli mücadelenin başlangıcından itibaren Atatürk’ün sürekli yakınında gölgesi gibi yer almış sayılı isimlerden biri olan Kılıç Ali de, “Son Günleri’ kitabında,
29 Ekim 1938’deki anısını şöyle anlatır:
“Teşrinievvelin (Ekim) son günleriydi. Cumhuriyet Bayramı yaklaşıyordu. Atatürk bu bayramda ilk defa olarak Ankara’da bulunamayacağından müteessir görünüyordu. Meclis’in açılışında ve yapılacak merasimde hazır olamayacakları için Atatürk, Celal Bayar’a Meclisin açılış nutku ile merasimde okunmak üzere bir de mesaj dikte ettirdiler. Bunlar Celal Bey tarafından içine akıttığı gözyaşları arasında Meclis’te ve stadyumda okundu. 29 Teşrinievvel Cumhuriyet Bayramı günüydü. Sabahleyin nöbet sırası bende olduğu için Atatürk’ün yanındaki nöbet odasında yapayalnız oturmuş denize bakarak düşünüyordum. Boğaziçi vapurlarından biri içi Kuleli askeri lisesi talebesiyle dolu olarak geldi. Atatürk’ün yattığı odanın tam karşısında durdu. Talebe hep bir ağızdan İstiklal Marşı söyleyerek Atatürk’ü selamlıyorlardı. Pencereye koştum, Atatürk’ün müteessir olmaması için durmayıp yollarına devam etmelerini elimle işaret ediyordum. Vapurdakiler, elimi sallayarak ilerlemeleri için işaret verişimi Atatürk’ün mukabelesi zannetmiş olacaklar ki ‘varol’, ‘yaşa’ sesleri göklere çıkıyor, gençlerin bu coşkun tezahüratı etrafı çınlatıyordu. Geri çekildim, kapının önündeki paravanların arkasından Atatürk’e baktım.
Gözleri dolmuştu
Yataklarında doğrulmuşlar oturuyorlardı. Talebenin yaptığı bu tezahürattan müteessir olmuşlar gözleri dolmuş, vapurdaki gençleri yatakta gözleriyle takip ediyorlardı. Bu bakış kısa bir müddet devam etti. Sonra halsiz düşerek başlarını tekrar yastığa koydular ve adetleri veçhiyle içten bir ah çekerek gözlerini kapayıp düşünceye daldılar. Bu acı manzarayı görüp de ağlamamak kabil miydi?
Gök gürlüyor Paşam!
Nihayet akşam olmuştu. Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle her taraf elektriklerle donanmıştı. Fakat her tarafta bir sükunet, her tarafta bir teessür ve sessizlik vardı. Millet içten içe ağlıyordu. Bu arada Kızkulesi de donanmıştı. Fakat buradan atılan fişekler ve patlayıcı maddeler Atatürk’ü rahatsız etmiş olmalı ki zile basıp sofracı Kamil’i çağırdılar. Ben de yine arzu ettiklerini paravanın arkasından takip ediyordum. Sofracıya ‘Bu patırdılar nedir?’ diye sordular. Zavallı Kamil de, aklınca Atatürk’ün hüzün duymamaları ve müteessir olmamaları düşüncesiyle, ‘gök gürlüyor Paşam!’ diye cevap verdi. Atatürk, bu çocuğun verdiği cevabın samimiyetini anladılar ve gülerek ona; ‘Haydi enayi’ dediler ve tekrar yataklarına uzandılar.”