Başbuğ savunmasında şunları söyledi:
BEN NEDEN YARGITAY'DAYIM?
PKK terör örgütünün eylemleri, Suruç saldırısından hemen sonra beklenmedik şekilde başladı. Daha önce yaşanmamış seviyede devam ediyor. Her gün şehitler veriyoruz. Yüreğimiz yanıyor. Şehit haberlerini takip bile edemiyoruz. Suriye hududunda Türk uçakları ile Rus uçakları burun buruna geliyor.
Türkiye bu halde iken, bu gün ben neden Yargıtay’dayım? Türkiye ve bizler acaba enerjimizi yanlış yerlerde mi harcıyoruz?Burada ne yapacağım, ne konuşacağım?
BU SAVCILAR KİM
Bu davaların iddianamelerini hangi savcılar hazırladı? Görevlerinden uzaklaştırılan, suç örgütleri ile ilişkili oldukları ileri sürülen, kimi şuanda tutuklu olan, kimi de yurtdışına kaçan savcılar bu iddianameleri hazırladılar.
DÜŞMAN ÜLKE SAVCISI KADAR OLAMADILAR
Üzülerek söylüyorum; bu iddianameleri hazırlayan kendi ülkemizdeki bu savcılar, bir düşman ülkenin savcısı kadar bile adil olamadılar.Özel Yetkili Mahkemeler ise bu kararlara imza atan mahkemelerdir.Bu mahkemeler AYM’nin ihlal kararlarının üzerine alelacele kapatılan mahkemelerdir.Bu mahkemeler neden kapatıldı? Görevleri bittiği için mi? Yoksa işledikleri hukuk cinayetleri ayyuka çıktığı için mi?Bu mahkemelerin hakimlerine ne oldu?Bazıları görevlerinden uzaklaştırıldı, bazıları suç örgütü içine sokuldu, bazıları da tutuklandı. Bu savcıların ve hakimlerin aldıkları kararların hukuk değeri taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Başbuğ ifadesinde "2011 yılı başlarında, bir savcı hazırladığı iddianame ile bizim müebbet hapisle cezalandırılmamızı talep etti ve ÖYM de bu cezayı verdi" dedi.
"BAZI SORUMLULUKLAR TAŞIMAKTAYIM"
"Daha dört yıl geçmeden, aynı konu 25 Aralık iddianamesinde yer aldı" diyen Başbuğ, bu bölümü tekrar okudu.
Başbuğ, "Aslında bu sözlerden sonra benim konuşmamı sonlandırmam, başka bir söz söylememem lazım. Ancak bazı sorumluluklar taşımaktayım. Birinci sorumluluğum, bu süreçte hayatlarını kaybedenleredir. İkinci sorumluluğum silah arkadaşlarıma ve üçüncüsü ise tarihe karşıdır. Dördüncü sorumluluğum ise; TSK’ne karşı yapılan bu komploları planlayıcı ve icracılarının yakalanıp, adil yargılanmalarını sağlamaktır" diye konuştu.
"CEMAAT İŞLENEN HUKUK CİNAYETLERİNİN ASLİ FAİLİDİR"
"TSK’ne karşı oynanan oynun arkasında kimler vardır?" diyen
İlker Başbuğ, "George W. Bush yönetimi, TSK’ne karşı oynanan oyunu desteklemiştir. Cemaat işlenen hukuk cinayetlerinin asli failidir. Bu cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri kadroları vasıtasıyla işlemiştir. Siyasi iktidar ise, "Ne istediler de vermedik" ve "aldatıldık" ifadeleri ile Cemaate gerekli desteği verdiklerini açıkça belirtmiştir" şeklinde konuştu.
NEO CON'LARA GÖRE ILIMLI İSLAM...
TSK’nın bugüne kadar hiçbir zaman din karşıtı olmadığına dikkat çeken Başbuğ, “Sadece; Anayasanın 24. maddesinde yer aldığı şekilde, “siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfus sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilmesine, kötüye kullanılmasına” karşıdır. 2002 yılında ABD’de iktidara gelen yeni muhafazakar (neo-con’lar) Ortadoğu’nun şekillendirilmesi için “Ilımlı İslam” düşüncesini ortaya koydular. Onlara göre; Ilımlı İslam altında, bir İslam ülkesinde, yasaların tümü dini kurallara dayandırılmayacak, ancak toplumun talebi doğrultusunda bazı yasaların dini esaslara dayandırılması mümkün olabilecektir. Türkiye’de, Ilımlı İslam için bir model ülke olabilirdi. Mart 2004’de Genelkurmay Başkanı olarak resmi bir gezi nedeniyle bulunduğum ABD’de bana “Ilımlı İslam” hakkında ne düşündüğüm soruldu. Verdiğim cevap şöyle idi: “Türkiye’nin model olma gibi bir iddiası yoktur. Ilımlı İslam devleti modeli gibi kavramlar ortaya atılıyor. Hem laik hem Ilımlı İslam devleti bir arada olmaz. Ya biri, ya diğeri olur. Türkiye, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu özellikleri benimsemek isteyen varsa, sorun yok.” Böylece, belki de bu konuya açık şekilde cevap veren, ilk Türk yetkilisi olmuştum. Neo-con’ların düşüncesine Türkiye’de karşı çıkacak ana güç elbette TSK olacaktı. TSK’nın etkisizleştirilmesi elbette bu açıdan da yararlı sonuçlar doğuracaktı” diye konuştu.
"GÜLEN CEMAATİNİN HEDEFLERİNE ULAŞMASI İÇİN EN BÜYÜK ENGEL TSK İDİ”
Obama yönetimi esnasında, Ilımlı İslam düşüncesinin terk edildiğini kaydeden Başbuğ, ifadesine şu şekilde devam etti:
“Fethullah Gülen’e gelince, özellikle ABD’nde kalmasına yardımcı olan isimlere bakılırsa, O; neo-conlar tarafından Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasında kullanılabilecek bir kişi olarak değerlendirilmiş olabilir. Sosyal
devlet olgusunun zayıflaması, yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına, cemaatleşmeye itmiştir. Ancak, Gülen Cemaatinin bu beklentilerin üstünde hedefleri olduğu çeşitli istihbarat raporlarında yer almaktaydı. Başlangıçta bir noktaya açıklık getirmek isterim. Cemaat deyince, bir camiayı toptan ve baştan suçlu ilan etmek doğru değildir. Sözlerimiz; TSK’ne karşı yapılan komplolarda planlayıcı ve icracı olarak rol alanlara ve yapılanlara destek veren cemaat mensuplarına yöneliktir. Kara Kuvvetleri Komutanlığı dönemimde, bana çeşitli kanallardan iletilen bazı “duyumlar” özellikle Gülen Cemaatinin TSK içinde kadrolaşmaya çalıştığı ve TSK’nin sahip olduğu “milli ordu” niteliğine zarar verecek faaliyetler içinde olduğunu gösteriyordu.
MEZHEP FARKININ KULLANILMAK İSTENMESİ...
Bu kapsamda, TSK personeli arasındaki mezhep farklılıklarının kullanılmaya çalışılması en rahatsız edici konuların başında gelmekteydi. Görüleceği gibi; laiklik karşıtı hareketlerin ve Gülen Cemaatinin hedeflerine ulaşması için en büyük engel TSK idi. O zaman TSK halkın gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi. İşte yaşanılanda budur. Sivil-asker ilişkisi, yasalarla çizilen sınırlar içerisinde, karşılıklı samimiyete, güven ve itimada ve askerlik mesleğinin profesyonel niteliğine saygı gösterilmesine dayandırılmalıdır. Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır. Güvenlik ihtiyaçlarını, muhtemel hareket tarzlarını tespit ederek, ilgili makamlara iletir. Yetkili makamlar tarafından alınan kararları icra eder. Gerekli gördüğü hallerde de, Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır. Asıl sorun; Silahlı Kuvvetler adına, ordunun görüşlerini gerekli hallerde kamuoyu ile paylaşıp, paylaşamayacağından oluşuyor. Kimilerine göre; bu siyasete müdahaledir, yanlıştır. Başta AB olmak üzere, Türkiye’ye tavsiye edilen reformların başında, “Ordunun sesinin kısılması” da yer almakta idi. Güvenlik konuları içerisinde, yetki ve sorumluluklarınınız içinde kalarak, konuşmalarınızda suç unsuru oluşturacak hususlar olmadıkça, Ordunun adına; gerek duyulan hallerde Genelkurmay Başkanı’nın bir görüş bildirmesinden doğal bir şey olamaz.
Demokrasinin beşiği olan ülkelerde, ABD’de, İngiltere’de bu konuda yaşanan çok sayıda örnek vardır. Siyasi otorite, konuşmadan memnun olmazsa elbette, ilgili kişiyi görevden alabilir. O zaman neden Ordunun adına, Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasından çekinilmektedir. Cevap basittir. Halkın orduya duyduğu güvenin çok yüksek olmasından dolayı, gerekli görülen durumlarda, TSK’nin görüşlerini kamuoyu ile paylaşmasından rahatsızlık duyulmaktadır. O halde, ordunun sesi kısılmalıdır. Yapılan budur, büyük ölçüde de başarı sağlanmıştır.”