22.04.2020 - 07:00 | Son Güncellenme:
AYDIN HASAN
24 Aralık 1995’te yapılan seçimde sandıktan çok parçalı bir siyasi yapı çıktı. Refah Partisi yüzde 21.4 ile birinci parti olurken, ANAP 19.6, DYP yüzde 19.2, DSP yüzde 14.6 oranında oy aldı. CHP ise yüzde 10.7 ile barajı ucu ucuna geçerek Meclis’e girdi. İkincilik sıralamasında ise ilginç bir yapı ortaya çıktı. Oy sıralamasında ANAP yüzbinin üzerinde küsuratlı bir oy farkıyla DYP’nin önündeydi. Ancak ANAP 132 milletvekili çıkarırken, DYP 135 milletvekili çıkarmıştı. Protokol sırasında ikinci parti, milletvekili sayısı fazla olduğu için DYP oldu.
Koalisyon çatlağı
Merkez sağın iki partisi DYP ve ANAP üzerinde ortak hükümet kurmaları için ordu ile büyük sermaye gruplarının baskısı vardı. Seçimin üzerinden iki ay geçmesine rağmen yeni bir hükümet kurulamamıştı. Bu baskının sonucunda ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın başkanlığında ANAP - DYP (Anayol) koalisyon hükümeti kuruldu. Çiller’in içinde yer almadığı hükümetin ömrü, Meclis’te aldığı güvenoyu Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince kısa sürdü. Zaten ortaklık çatlamıştı, iptal kararı hükümeti bozmanın bahanesi oldu. 6 mart 1996 tarhinde kurulan İkinci Yılmaz Hükümeti’nin ömrü 28 Haziran 1996’da sona erecekti. Ancak Anayol’un resmi ömrüydü. Hükümet fiilen daha kısa sürmüştü. Daha hükümetin başlangıcında sorunlar çıkmış ve DYP kanadı, Refah Partisi seçeneğini gündemine almıştı. 22 Nisan 1996’da dönemin DYP lideri Tansu Çiller Refah Partisi ile koalisyon seçeneğini dillendirecekti. Anayol hükümetinin sona ermesinin ardından RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile dönemin DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in uzlaşmasıyla kurulan Refahyol Hükümeti, 8 Temmuz 1996’da Meclis’te güvenoyu aldı. Postmodern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat süreci nedeniyle bu hükümetin ömrü de uzun olmadı. Yoğun siyasi baskılar üzerine Erbakan, 18 Haziran 1997’de başbakanlıktan istifa etti.
Kayıtlara geçti
5 Mart 2020 tarihli O Gün Bugün sütunlarında “Postmodern darbede bir imza hikâyesi” başlığı altında, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararları 5 günlük bir direnişin ardından imzalamasını anlatmıştım. Yazının çıktığı gün eski Başbakan Tansu Çiller, telefonla aramış “Sadece tarihe not düşmek istiyorum” diyerek bazı değerlendirmelerde bulunmuştu. Akın İstanbullu, başbakanlığı döneminde Tansu Çiller’in özel kalem müdürü idi. İstanbullu, o dönemde fiilen ‘devlet bakanı hükmünde’ güçlü bir pozisyona sahip bir bürokrat idi. Akın Bey’den, “18 Temmuz 2017 tarihinde, Katılan sıfatıyla, İstanbul Çağlayan Adliyesi’nden 28 Şubat Davasının görüldüğü Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki celseye SEGBİS-Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi ile katılan E. Başbakan Prof. Dr. Tansu Çiller’in Mahkeme’deki beyanlarına temel teşkil eden metni ekte iletiyorum” notunu içeren bir mail aldım.
‘BİRİNİN DEVAM ETMESİ ÖTEKİNİN BİTİMİYDİ’
Akın İstanbullu tarafından e-posta ile tarafıma iletilen Tansu Çiller’in mahkeme kayıtlarına da giren o dönemle ilgili bazı değerlendirmeleri özetle şöyle:
- Sonuçta bu iki (DYP ile ANAP) parti ortak olsalar bile birbirlerini bitirme mücadelesinin nedenleri ortadan kalkmış değildi. Çünkü, birisinin devamı diğerinin bitimiydi. Anayol’da beraberlik azınlık hükümeti şeklinde gerçekleşebildi ve DSP’nin çekimser oyuyla 2 ay sürebildi. Anayol, demokrasi dışında bir yol olmadığını bir kez daha tescil etmişti. Millet, Refah Partisi’ni birinci parti yapmıştı, bu milletin Refah Partisi’ni iktidarda görmek istediğinin mesajı idi.
- 28 Haziran 1996 tarihinde Refahyol Hükümeti Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. Refahyol Hükümeti’nin protokolü incelendiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin o güne kadar kabul görmüş geleneksel politikalarından ve uygulamalarından farklı veya bunlara aykırı bir hususun olmadığı görülecektir.
‘Genelkurmay’ı ziyaret ettim’
- Başbakan’ın Mısır-Libya-Nijerya ziyareti sırasında Başbakan Vekili olarak 8 Ekim 1996 tarihinde Genelkurmay Başkanı’nı ziyaret ettim. Malumunuz olduğu üzere, Orgeneral Doğan Güreş’in ardından Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı Başbakanlığım döneminde Genelkurmay Başkanı olmuştu. Orgeneral Doğan Güreş’in döneminde ordumuzun modernizasyonu konusunda önemli projeler hazırlanmıştı. Bu ziyareti, hem modernizasyon alanındaki ihtiyaçları hem de yapılması hedeflenenleri görüşmek, ihtiyaçları öğrenmek için gerçekleştirdim. Nitekim, ordumuzun önümüzdeki on yıllarda modernizasyonu ile ilgili 150 milyar dolarlık proje kapsamı hakkında görüştük. Ayrıca, terörle mücadelede önemli bir unsur olan dış politika üzerinde durduk. Benim Başbakan, Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın ise Genel Kurmay Başkanı olarak görev yaptığı 1995 yılında, terörle mücadele kapsamında 20-21 Mart’ta başlayan 2 Mayıs’ta sona eren büyük bir sınır ötesi harekât gerçekleştirdik. Sınırımızın ötesinde, 50.000 civarında askerle Kuzey Irak’ta 60 kilometre kadar ilerledik ve bu bölgeler teröristlerden arındırıldı. Harekât sonrası bu bölgede bir tampon bölge oluşturuldu. Hem sınır ötesi harekat ve hem de tampon bölge uygulaması, yürüttüğümüz dış politika ve mekik diplomasisi sayesinde diğer ülkelerden bir tepki almadan gerçekleşti. Başbakanlığım döneminde terörle, başarılı bir mücadele verilmiştir. Burada en önemli etkenin, güçlü ve fedakâr Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanı sıra, uygulanan doğru dış politika olduğu düşüncesindeyim. Esasen her türlü terörle mücadelenin en önemli sacayağı doğru dış politikaların uygulanmasıdır. Terörün hedefi doğrudan ve bizatihi sadece güvenlik güçleri değildir. Terörün amacı siyasidir ve dış etkenleri içerir. Bu noktada dış politika öne çıkar. Bu ziyaret sırasında, Genelkurmay Başkanı Sayın Karadayı’ya, bir çok kez, bir çok platformda ifade ettiğim gibi, ülkemizin dünyada ve bölgemizde büyük bir önemi, değeri ve yeri olduğunu, ancak itibarının daha da yükselmesinin demokrasinin evrensel değerlerinin uygulanmasından ve demokrasimizin standartlarının yükseltilmesinden geçtiğini ifade ettim.
‘DEMİREL’E MEKTUP VERDİM’
- TSK tarafından Cumhurbaşkanına verilen brifing ve hükümetin karşı karşıya kaldığı genel baskı ve algı operasyonları karşısında, 4 Şubat 1997 sabahında Cumhurbaşkanına, “hükümetin irtica nitelikli faaliyetleri, laik Türkiye Cumhuriyetini tehdit eden icraatları var mıdır, bunlar sizlerce nelerdir” şeklinde yazılı bir mektup götürdüm. Köşk çıkışında Koruma Müdürümün Sincan’da tankların yürüdüğünü söylemesi üzerine hemen geri dönüp Cumhurbaşkanına, “Sincan’da tanklar yürüyormuş, şayet bu hükümete karşı bir hareket ise bunun karşılığı verilir, gereği yapılır” dedim. Sayın Cumhurbaşkanı, “tankların yürümesinden ne olur, eğitim için yürümüşlerdir” diye cevap verdi. Bu arada Sayın Cumhurbaşkanı, gündem konusu olmadığı halde askeri terfi zincirinin bir kez daha bozulmasına sıcak bakmayacağını söyledi. (Bu ifadeden anlaşılması gereken, Sayın Cumhurbaşkanının, Sayın Doğan Güreş döneminde, benim teklifim üzerine emekliye ayrılması sürecinin ertelenmesine yönelik olarak attığı imzanın askeri terfi zincirini etkilemesinden duyduğu memnuniyetsizliği dile getirmesidir. Buradan ortaya çıkan, işaret etmek istediği husus, yeni Genelkurmay Başkanının böyle bir durumda emekli edilmesinin yeniden terfi zincirini bozacağı ve buna Cumhurbaşkanının sıcak bakmayacağı mesajıdır). Daha sonraki günlerde Cumhurbaşkanı, kendisine verdiğim mektupta sözünü ettiğim irticai nitelikli faaliyet konusunda, “ben öyle düşünüyorum demiyorum, ama bu yönde düşünenler var” şeklinde yazılı cevap verdi. Esasen Cumhurbaşkanı bizzat kendisi defaatle Sayın Erbakan’a, asker ayakta, askeri cenah irtica konusunda çok sıkıntılı diye ikazda bulunmuştu. Cumhurbaşkanının yanından çıktıktan sonra Sayın Başbakanla görüşmeye gittim. Tankların yürüyüşünden söz ettim. Dikkatle dinledi, ama herhangi bir aksiyon almak yerine, düşük profilli bir yaklaşım sergiledi. Merhum Erbakan sabırlı, iyi niyetli, beyefendi bir kişiliğe sahipti. Samimi arzusu, askeri cenahla bir uzlaşmaya varabilmekti. “Bekleyelim, bir şey yapmayalım” dedi. Genelde de bu tutum içerisinde olurdu.
‘KOMUTANLAR ELEŞTİRİ SINIRLARINI AŞARDI’
- Bütün bu gelişmelerden sonra, 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı’na gelindi. Ben Başbakan olarak bir çok kez Milli Güvenlik Kurulu Toplantılarına katıldım. O toplantılarda, her zaman saygı ve güven mevcuttu. Karşılıklı konuşmalar saygı çerçevesinde yapılırdı. İlk defa Refahyol dönemindeki Milli Güvenlik Kurulu Toplantılarında, Hükümet olarak, farklı bir vücut dili, söylem ve çok farklı bir ifade tarzı ile karşı karşıya kaldığımızı hissettim. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında asker üyeler, Başbakan merhum Erbakan’ın demeçlerini, sair toplantılarını ve söylemlerini, powerpoint kullanarak mercek altına alır, seçilmiş bir Başbakan’a gösterilmesi gereken saygıyı göstermez ve zaman zaman sert dille, eleştiri sınırlarını aşarak, adeta uyarılarda bulunurlardı. Zamanın Cumhurbaşkanı merhum Demirel, darbeler geçirmiş, deneyimli ve demokrasi mücahidi olduğuna inandığımız bir kişilik ve kimlik taşımaktaydı. Doğru Yol Partisi olarak, kendisini yasaklı dönemlerinden Cumhurbaşkanlığına taşıdığımızda, bunu bir demokrasi mücadelesinin taçlandırılması olarak nitelendirmiştik. Ancak, bu dönemde, eminim birtakım samimi endişeleri olmasına rağmen, ağırlığını askerden yana koymuştur ve zaman zaman kendisinden beklenen demokrat kimliğini askıya almıştır. Bütün bu tenkitler karşısında, ‘bırakın herkes eteğindeki taşları döksün’ şeklinde bir duruşla toplantılara başkanlık etmiş ve zaman zaman, askeri cenahla birlikte hareket ederek gelişmelere yön vermiştir. 9.5 saat süren 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı’nın sonunda Başbakan Erbakan, ‘uzun bir toplantı oldu, kararları şimdi imzalamayalım, incelemek için biraz zamana ihtiyacımız var’ dedi ve toplantı sona erdi.
‘KARARNAME TASLAĞI HAZIRLANDI’
-Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı sonrasında görüşüm, böyle bir konumda Genelkurmay Başkanı’nın ve Kuvvet Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı’nın hemen emekli edilmeleri doğrultusunda idi. Bu düşüncelerim bazı gelişmeler ve Sincan’dan geçen toplu tanklardan beri pekişmekte idi. Genel olarak hükümet işleri ile parti işlerini ayırmama rağmen bu konuyu, Partimizin Başkanlık divanı üyesi olan ve aynı zamanda daha önce darbelere maruz kalmış, darbe tecrübesi olan bazı arkadaşlarımla paylaştım ve Başkanlık Divanı Üyesi bir arkadaşım, benim görüşlerim doğrultusunda yukarıda andığım asker kişilerin emekliye sevk edilmeleri yönünde bir kararname taslağı hazırlattı. Bu kararname taslağını alarak Başbakan Erbakan’a gittim ve ‘bütün bu olanlardan sonra yapılacak iki şey olduğunu, birincisinin, aynı zamanda benim tercihimin ‘Komutanların, hemen, derhal emekliye sevk edilmesine ilişkin kararnamenin imzalanarak Cumhurbaşkanı’na sunulması’ gereğini ifade ettim. Kendisi buna yatkın değildi. Buna kesinlikle başvurmamamız gerektiğini, zira Cumhurbaşkanı’nın kararnameyi imzalamayacağını, bu girişimimizin, var olan gerginliği tırmandıracağını ve defaatle, bu konunun asla duyulmamasını, duyulması halinde Milletin hayrına olmayacağını ifade etti. Kendisiyle bir iki defa daha bu konuyu tezekkür ettik. Daha sonraki bir görüşmemizde; ‘kararname taslağının bir biçimde kuvvet komutanlarından birisinin eline geçtiğini ve bu kuvvet komutanının kendisine, Cumhurbaşkanı’nın önüne böyle bir kararname gelirse imzalamayacağını söylediğini ifade etti. Ben, ‘önemli değil, o zaman seçime gideriz’ dedim. Sayın Başbakan bu kez, ‘seçim kararının Meclis’ten çıkmayacağını, esasen Cumhurbaşkanı ile muhalefet kanadının, Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin uzatılması konusunda bir müzakere ve mutabakat içinde olduklarını’ belirtti. Ben buna daha çok vakit olduğunu ve ihtimal vermediğimi söyledim.