Gayrimenkul Haberleriİstanbul Felakete mi Gidiyor?

İstanbul Felakete mi Gidiyor?

Son Güncellenme:

Editörümüz Bengü Öner İstanbul'un şu anki durumu ve mimari özellikleriyle ilgili merak edilenleri sizler için uzmanlara sordu.

İstanbul Felakete mi Gidiyor

Giderek büyüyen mega kent İstanbul felakete mi sürükleniyor? Şehirlerin kapasiteleri ne kadar olmalı? İstanbul'un kapasitesi ne kadar?

İstanbul'daki kaosu dindirmek için hangi yöntemlere başvurmalı? Şehirlerde dikey (düşey) ve yatay mimariler hangi sorunlara çözüm olur?

Editörümüz Bengü Öner tüm merak edilenleri Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'nden Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç ve Yard. Doç. Dr. Ercan Koç'a sordu. İşte İstanbul'un içinde bulunduğu durum ve çözümleriyle ilgili detaylar....

İstanbul Felakete mi Gidiyor
Bengü Öner: Hocam, geçtiğimiz günler Başbakan Erdoğan'ın özetle "yatay mimariye yönelinmeli" açıklamasından sonra aklımıza yatay ve dikey mimarinin ne olduğu ve artı- eksi yönleri geldi. Sizden bir açıklama alabilir miyiz?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Yatay mimari dediğimiz zaman bunu biraz planla da bağdaştırırsak eğer, yatay mimari bir takım işlev ve fonksiyonların, yatay bir düzlem içerisinde yerleştirilmesi demektir. Bir kütlenin yataylığından bahsederken tabi biraz esnek olmalıyız. Mimaride yatay ya da dikey kütleleri, yapıların eni boyu ve yüksekliğine bağlı olarak ifade ediyoruz. Yatay mimariyi daha az katlı yapılar için, dikey mimariyi de yüksek katlı yapılar için kullanıyoruz. Yani özetle bir kütlenin boyutlarıyla bağlantılıdır. Planlamada kullandığımız ifade ise daha nettir. Yatay mimaride 3-4 katlı yapılardan bahsederken, dikey mimaride asansörün devreye girmesiyle belli bir nüfusun ya da işlevlerin dikeye indirgendiği yapılardır.
Ölçek tabi değişiyor. 18. yüzyıldan itibaren, malzemenin çeşitlenmesi, betonamermenin icadı, çeliğin kullanışına bağlı olarak 80'lerden sonra farklı bir döneme girilmesi; binaların gittikçe daha yüksek yapılar şeklinde yükselmesine neden oluyor. Kavramlar böylece değişmeye başlıyor. Yükseklik arttıkça, olanaklar arttıkça kavramlar değişiklik gösteriyor. Dikey mimaride statik devreye girer. Çok farklılaşma sağlanamaz genelde benzer yapılaşma uygulanır. Tabi gelişen teknolojiyle birlikte burada da iyileşmeler yapılıyor ama yine de kısıtlı esneklik vardır. Yatay yapılarda tasarım çok daha serbesttir.
Bengü Öner: Peki yatay ve dikey mimaride altyapı hizmetleri değişiklik gösteriyor mu?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Tabi, Binanın mimarisine göre altyapı gereksinimleri de değişiklik gösteriyor.
Bengü Öner: Yatay mimaride neler gerekiyor? Dikey mimaride ne gibi altyapı gerekiyor eğer kıyaslarsak?
İstanbul Felakete mi Gidiyor
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Yatay ve dikey mimari arasında işlevlerin yerleştirilmesi, düzeni ve birbiriyle ilişkisi anlamında da farklılıklar oluyor. Yatay yapılar daha hareketli bir mimariye olanak verebilir. Çünkü mimarın hareket alanı daha fazladır. Özellikle işlevlerin birbiriyle ilişkisi anlamında önemli… Mesela dikey mimaride her türlü işlevi harekete geçiremezsiniz. Bir süre önceye kadar dikey mimaride konut işlevi yapılamıyordu. Özellikle havalandırma ve yaşam alanına uygun şartlar sağlanamadığı için. Ama 1970'lerden sonra teknolojiyle birlikte bu durum ortadan kalktı. Yatayda sağlanan hareketlilik dikeyde de kullanabilir hale geldi.
Dönüşüm konusunda yatay mimari daha esnektir. Maliyet açısından da dikey mimari daha maliyetlidir. Yani her açıdan baktığımızda yatay ve dikey mimarinin de avantajları ve dezavantajları var.
Ama yaşanabilirlik açısından ve maliyet açısından yatay mimari daha esnek çözümler sunabilir.
New York ve Chicago'da ilk olarak görülmeye başlanan yüksek yapılar İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, kırdan kopuş ve kente geliş sürecinde yoğunluğa çözüm olarak dikey mimariler gündeme gelmiş. Ama tüm dünyada dikey mimari daha çok prestij amacıyla hayata geçiriliyor. İkonik yapılar olarak işlevselliğin ötesinde farklı amaçlarla da oluşturuluyor. 80'lerden sonra yoğun kentleşme ile işlevselliği de önem kazanmaya başlamış. Dikey mimari ülkemizde de dünyada da ihtiyacın çok ötesinde yer almaya başladı. Çünkü gücün sembolü olarak kullanılmak isteniyor.
Bengü Öner: İnsan yaşamı açısından düşünürsek hangisi daha uygun peki?
Yard. Doç. Dr. Ercan Koç: Önemli olan canlı yaşamının sürdürülmesi. Bunun için de toprak, hava ve suyun korunması gerekiyor. Bu bağlamda bakarsak eğer; gecekonduları yıkıp yerine gökdelenler yapılan projeler mevcut. Mimaride esas olan insandır. Eğer sınırlı bir alanda yaşamı koordine etmeye çalışırsanız yoğunluk ve insan değeri ölçüttür. Yaşamı düşeyde ele alırsanız topraksızlığa yol açarsınız.
İstanbul Felakete mi Gidiyor
Çocuk bahçesi, yaşlılar için alan, kültürel etkinlikler, otopark vs. kamusal gereksinimler belli boyutta olması gereken kavramlar. Yoğunluk bir alan üzerinde arttıkça, bu kavramlar yetersiz kalıyor. Her kişinin ihtiyacı olan birim kadar sosyal alan bırakılması gerekiyor. Bu da yaşanamazlığa neden oluyor. Aynı ulaşım sistemi, aynı yol, aynı çevre, kanalizasyon hattı, su sistemi, trafik vs. yeni yapılan binalar için yetersiz hale geliyor. Altyapı geliştirilmeden dikey mimari yapıldığı zaman bunun başarılı olması beklenemez.
Bengü Öner: Peki yoğun kentleşmeye bir çözüm olarak "dikey mimari" düşünülemez mi? Yükselerek daha çok insana çalışma ve yaşama alanı sağlanabilir. Bunun uzun süreçte kente zararları neler olur?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Kentleşme için dikey mimari (düşey mimari) kesinlikle çözüm olamaz. İstanbul dünyadaki en önemli kentlerden biri… Hem doğal, hem tarihi, hem kültürel değerlere sahip. İstanbul'da dikey mimari olduğunda şartları çok zorlar. Üzerinde çok düşülmesi gereken bir konu… Planlamada biz yoğunluğa bakarız. Yatay yapılaşmada sınır vardır. Düşeyde sınır yoktur ama bu da altyapı gibi sorunlara neden olur. Mevcut yoğunluğu kaldırsın diye başvurduğunuz çözüm yetersiz bir alanda uygulanıyor. Yoğunluk da artıyor. Maliyet de artıyor. Yatayda bu sınırlama sağlıklı bir yerde durmanızı sağlayabilir. Kat bahçeleri de iklimden dolayı çok işlevsel olmuyor ne yazık ki. Bunlar geçici çözümler oluyor.
Her kentin bir eşiği, kapasitesi vardır. İstanbul'un gelişmesini belirleyen ölçütler var. Değerleri var. İstanbul'un 1/100.000 ölçekli makro planını biz 2009'da onayladık. Plan onaylandıktan yaklaşık bir yıl sonra "3. Köprü" ve "Milyonluk Kentler" gündeme getirildi. Bunların hiçbiri planda yer almıyor tabi. Konut için İstanbul'da %25 kullanım var. Bu oranın doğruluğu tartışılır. İstanbul'a baktığımızda yoğunluğun azaltılması gerekiyor. Bunun için bir çözüm üretilmiyor. Yatay ya da dikey mimariye başvurulması fark etmiyor çünkü bir kapasite sıkıntısı var.
Bengü Öner: Peki Hocam bu yoğunluk için bir çözüm yok mu? Nasıl kurtulabiliriz?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Artık İstanbul'da nüfus artışını ve göçü durdurmanın yolları aranmalıdır. Her kentin bir kapasitesi vardır ve bunu zorlamamak gerekiyor. Öncelikle bunu çözmemiz gerekiyor. Vadiler içinde yamaçlarda, dere yataklarında yüksek yapı olur mu? Olmaz. Ama İstanbul'da planlama sorunu olduğu için bunlara hiç dikkat edilmiyor. Planlar çıkarılırsa nereler konut, işyeri olacak, kentsel tasarım projeleri nerelerde nasıl yapılacak? Bunu çözebiliriz. Bizde sadece siyasi ya da ekonomik gücü olanların seçtiği alanlarda faaliyetler yapılanıyor.
Mesela dikey mimarinin yoğun olarak görüldüğü Maslak'a bakarsak, yaya yolu yok, meydanı yok, kamusal alanı yok. Bir parselden diğerine geçme imkânı bile sıkıntılı. Çünkü bireysel olarak yapılanmalarla bir çözüm bulma yoluna gidilmemiş. O yapıların birbiriyle olan ilişkisi de planlamanın işi. Rüzgâr için bir koridor yok, kamusal alan yok. Bir bütünlük yok.
Bengü Öner: Dönüşüm bunlara çözüm olamaz mı?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Dönüşüm projelerinde daha da yoğunluk artırıcı kararlar çıkıyor. Şöyle ki; Fikirtepe'de 25 metrekare alanı olan bir kişi, 125 metrekarelik inşaat yapma hakkına sahip. Yani 5 kat yer kazanıyor. Böyle bir durumda yoğunluğa daha da teşvik ediliyor. İstanbul'da bu şartlarda yaşanılabilir bir kent mekânı yaratılabilir mi? Artık herkesin beklentisi Fikirtepe'deki gibi olacak. Böyle bir ortamda uzlaşma sağlanamaz. Uzlaşmayı da sadece mülkiyeti olanlarla değil tüm yaşayanlarla sağlamanız gerekiyor. Bizim oluşturduğumuz planlar duvarda kalıyor. Planın olduğu bölgeye baktığınızda bambaşka yapıların, projelerin geliştiğini görebilirsiniz.
İngiltere'de ve Amerika'da bahçe kentler, sanayileşme sürecinde kırdan göçen halkın ortama ayak uydurması için oluşturulmuştur. Kente geçiş sürecidir. Bizde ise, tam tersi. Kent burjuvası bahçe kentlere, uydu kentlere şehirden kaçmak için kullanıyor. Asıl kent kırdan gelenlerin yaşaması için bırakıldı. İstanbul'da olması gereken yeşil alan ve kent alanlarını bile denizi doldurarak oluşturuyoruz. Bu alanların kent içinde serpiştirilmesi lazım ki; aşırı ısınmaya çözüm olsun ve ihtiyaç her yerde karşılanabilsin. Denizi doldurup sağlık alanları ya da ticarethaneler yapıyoruz. Denizle hiç alakası olmayan insanları bile deniz kenarına yöneltiyoruz. Bunlar hep plansızlıktan kaynaklanıyor. Yüklenilmemesi gereken alanlara yükleniyoruz. Siluet açısından da sıkıntılar yaşanabiliyor. Denizden İstanbul'a bakıldığında bir faciayla karşılaşıyoruz.
İstanbul Felakete mi Gidiyor
Bengü Öner: Peki başka çözümler neler yaşanılırlığı artırmak için neler yapılabilir?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Geçenlerde bir yazı okudum. İngiltere'de beton bir havza, su toplama alanı, Avrupa'nın en özel Kent Ekoloji Parkı haline getirilmiş. Doğal yaşam alanı olarak düzenlenmiş ve büyük bir tasarım ödülü de almış. Bu bana maden alanlarını çağrıştırıyor. Biliyorsunuz Havaalanı Silivri bölgesine yapılacaktı ama şimdi maden alanlarının olduğu yere taşındı. Büyük bir risk var. Havaalanıyla birlikte Küçükçekmece'ye inen koridor; o alan Durusu Barajı'na kadar çok önemli bir ekolojik koridor. Kuşların göç yolu. Biz şimdi bu koridoru yapılaşmaya açıyoruz. Kanal ve havaalanı projeleri bunları etkiliyor. TOKi bu alanları da konut için açacak ve bu felaket demek.
Depremden kaçmaya çalışırken çok daha büyük bir felakete davetiye çıkarıyoruz. İstanbul'un bütün yaşam alanları korunmayarak yok ediliyor. Kuzey'deki su havzaları, orman alanları korunmuyor hatta yok ediliyor. Çünkü kenti o bölgeye doğru büyütüyoruz. Şimdi oraların yapılaşmaya açılmayacağı söyleniyor ama Fatih Sultan Mehmet Köprüsü için de aynı konular olmuştu. Yapılaşma çok yoğun şekilde görülüyor. Üçüncü Köprü'nün de akıbeti böyle olacak istemsiz bir şekilde. Deprem gibi doğal bir felaketten önce başka bir felaket İstanbul'u vurabilir.
Bengü Öner: Ne gibi felaketler bizi bekliyor hocam?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Şu an başarı gibi gözüküyor ama İstanbul içe suyunu Melen'den getiriyor. Istranca'dan getiriyor. 400 trilyon harcanıyor bunun için. Hâlbuki İstanbul'un kuzeyi dere dolu. Ama havzayı kirlettik, hepsinin üzerinden caddeler geçiyor. İstanbul aslında kendi kendine yetebilirdi ama tüketiyoruz. Kaynaklar doğru yönetilemediği için kent kendine yetemez hale geldi ve çevresini yok etmeye başladı.
Yard. Doç. Dr. Ercan Koç: İstanbul, tüm dünya kentlerinden farklı çünkü arka yüzeyi yok. Mesela Ankara'yı çok iyi planlarsanız büyük bir nüfus sığdırılabilir. Ama İstanbul'un arka yüzü yok. Kentin artık akciğerlerini, su kaynaklarını, tarım alanlarını tüketmeye yöneliyoruz. Üçüncü Köprü, Yeni Havaalanı, Kanal İstanbul gibi çözümler bu yaşam kaynaklarını ciddi şekilde tehdit ediliyor. Bu yüzden planlara da zamanında koyulmamış. Biz yeni üzerinde çalışıyoruz. İyi ve yararlı görsek biz de koyarız. Bırakın yeni yapılaşmayı mevcut çevre yollarıyla 650 bin ağaç kesildi. Bu çok korkunç bir rakam. Her yeni gelen daha yaşanılamaz bir kente geliyor.
Bengü Öner: Kaliteli bir yaşam için olması gereken nedir?
Yard. Doç. Dr. Ercan Koç: Bir yerde yerleşim kurulduğunda kişi başına 37 metrekare sosyal donatı gerekiyor. Bunun içinde otopark, yol, kültür alanı, sağlık alanı vs var. Bu hesaba göre 10 bin metrekarede 400 kişi yaşıyorsa, 12 bin metrekare sosyal alan gerekiyor. Toprak belli bir yoğunluğu taşıyabilir. Kapasiteyi siz belirlediğiniz zaman, orada yaşayacak yoğunluk belirlendiğinde yaşanabilir bir ortam yaratır. Bu hesap dâhilinde istenirse dikey istenirse yatay yapılaşmayla istediğimiz yapılar yaratabiliriz. Ama biz toprağı sabit tutup devamlı üzerindeki yükü artırıyoruz.
Bengü Öner: Altyapısızlık ulaşımı da etkiliyor mu? Ya da ulaşım sorunu nasıl çözülebilir?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: İstanbul'da hiçbir ulaşımı altyapıyla çözmek mümkün değil. Aslında 100 bin çevre planı İstanbul'un durumunu çiziyor. İstanbul'un lineer gelişecek bir kent. Çünkü arkasında su havzası, baraj gölü ve ormanlar var. Yani İstanbul'un hayat veren alanları. Çünkü İstanbul kıyı kenti. İstanbul'un her yeri denizle çevrili. Ama dünyaya baktığımızda kıyı kentlerinde toplu taşımacılığında deniz taşımacılığı yüzde 27 ve yüzde 40 arasındadır.
Bengü Öner: İstanbul'da bu oran kaç?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Yüzde 3. Yani bu aslında bir potansiyelin kullanamadığı demek. İStanbul'da çok hızlı şekilde sosyal yapı değiştiğinden; var olan insanların yerine farklı kültürden insanlar geldiği için ve kıyı kültürünü bilmedikleri için özellikle deniz taşımacılığında da problem oluyor. Ama bunun için çaba harcanması ve diğer taşıma yollarıyla entegre edilmesi lazım. Metrolar, metrobüsler entegre olsa, insanlar denizi de kullanır. Ama her şeyden önce kentin eşiğinin aşılmaması lazım. Bunun aşılması demek felakettir. Ve İstanbul felakete doludizgin gidiyor.
İstanbul'da rantiyecilik olmasaydı şehrin kuzeyi de bu kadar gelişmezdi. Yoğunluk bu kadar az olmazdı. Bir yerde yoğunluğun artması zaten benzer şekilde çevresini de etkiliyor ve yoğunluğun oralarda da artmasına sebep oluyor. Oluşturulan yoğunluğu sadece Marmaray'la ya da metroyla çözmek mümkün değil. Birbiriyle entegre olmamış ulaşım sistemleriyle bu sorunlar çözülemez.
Bengü Öner: Bu yapılaşma nereye varır sizce?
Yard. Doç. Dr. Ali Kılıç: Dünyada da bunun örneklerini görüyoruz. Düşey slamlar meydana geliyor. Gökdelen gecekondular oluşuyor. Terk edilen yüksek bloklara gecekonducular yerleşiyor ve buralar çöküntü alanlarına dönüşüyor. Eğer biz de plansız ilerlemeye devam edersek ve gücü olan istediğini yaparsa 15-20 sene sonra aynı sorunla karşılaşabiliriz. Özellikle konut için yapılan yüksek yapılarda ben bunu sezinliyorum. Çünkü yaşam için düşey yapılar zor yapılardır gerçekten. İstanbul hızlı şekilde çevresini tüketiyor. Biz de doğaya dönmeliyiz ve onu yaşatmalıyız. Bunun için sadece hükümetin ya da yönetimlerin değil yaşayan herkesin büyük sorumluluk alması gerekiyor ki doğa da bize yaşam için hak versin.