29.10.2016 - 02:30 | Son Güncellenme:
Ebru Çeliktuğebruceliktug@gmail.com
Genç yaşta dönemin kasıp kavuran “ince” hastalığı vereme yenik düşen Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun iç burkan öyküsünü anlattığı “Kelebeğin Rüyası”nın ardından üç yıl geçti ve Yılmaz Erdoğan bu kez doğduğu topraklardan, kendi kişisel tarihinden bir hikayeyi perdeye aktarıyor. Dedesinden esinlenerek kaleme aldığı Aziz Özay karakterini canlandıran Erdoğan, yakın tarihimize, komedi ve dramı bir arada harmanlayarak kamerasını çeviriyor. Hakkari’nin en güzel bahçelerinden birine sahip bir belediye başkanıyla onun güzellikleriyle meşhur kızlarının hikayesini anlatan “Ekşi Elmalar”, sezonun iddialı yerli yapımlarından biri.
“Ekşi Elmalar” nasıl ortaya çıktı? Sizin için filmografinizde yeri nedir? “Hayatınızın projesi” miydi?
Genellikle hiçbir proje için böyle bir tabir kullanmam ama bir tanım kullanma âdetim olsaydı bunun için söylenebilirdi. Benim çocukluğum çok parçalıdır, Ankara bölümü, Hakkari bölümü. Hakkari bölümü de iki parçalıdır, babamgilin taraf, annemgilin taraf. Ben iki filmde babamgilin tarafını anlattım, “Vizontele”ler onlarla ilgiliydi. Ne zaman aşağı mahalleyi anlatacağım diyordum kendi kendime. Dolayısıyla projenin kökü ta o zamanlara dayanır çünkü benim için çok özel bir yerdi orası. Proje sembolik olarak belki de şundan çıkmıştı: Dedemin bahçesinde ekşi elma ağaçları vardı, hiçbiri bir diğerine benzemeyen. Bunlar organik ağaçlardı, kurtlu falan. Ben de hastasıydım onların. Her yaz giderdim, bir bakardım bir tanesini dedem kesmiş veya aşılamış, ortaya bildiğimiz kırmızı elmalar çıkmış. Bu metaforu yıllar sonra düşündükçe, derin şeyler görmeye başladım. Aslında “aşı” kavramını tartışıyorum bu filmde.
“Ben kimseyi yazmadım”
Aşılama nedir tam olarak?
Zaten Reis’in (başkarakter Aziz Özay) ilk sahnesinde aydınlanacak bu; diyor ki, “Aşı ne büyük bir sihirdir yarabbi, ekşi bir ağaca tatlı bir dal ekliyorsun, esasen yön gösteriyorsun ağaca. ‘Ekşi olma ahmak, tatlı ol!’ diyorsun.” Dolayısıyla Reis’in kitabında ekşi elma olmak yanlıştır, tatlı olacaksın. İnsan da öyledir diyor ya fragmanda, “Öyle midir acaba?”nın filmi bu.
Aziz Özay karakterinden bahseder misiniz?
Buradaki Aziz Özay, Ayda Özay, Muazzez, Türkan ve Safiye Özay benim anne tarafımdan dedemin ailesinden esinlenerek yazdığım karakterler. Ama şunu belirtmeliyim ki, yarın başıma iş açmayayım, kimse bana kızmasın, ben kimseyi yazmadım; sadece oradan yola çıkıp uydurdum. Çünkü normalde altı kız üç erkek toplam dokuz kardeşten oluşan bir aileydi, ben sadece üç kız kardeşi seçtim. Ama Aziz Özay, yazılmasına dedemin sebep olduğu bir karakter. Tıpkı dedem gibi Adalet Partisi’nden, sağcı, muhafazakar bir belediye başkanı. Tıpkı onun gibi mesafeli, prensipli, suyu sert bir insan. Tıpkı onun gibi karizmatik biri. Giyimine kuşamına o yıllarda hiç kimsede görmediğim biçimde müthiş özen gösteren bir adam. Bitkilerle, insanlarla anlaştığından daha iyi anlaşan, müthiş bir bahçe sahibi...
Filmi Hakkari’de mi çektiniz? “Vizontele”yi Van’da çekmiştiniz gerçi.
“Vizontele”, Hakkari hikayesi diye bilinir ama Hakkari lafı geçmez. “Ekşi Elmalar” Hakkari’dir. Fakat filmi orada çekmedik, Hakkari görüntülerini çekip kullandık, “blue box” ile ama adıyla sanıyla Hakkari olarak geçiyor burada.
“Beni aşı kavramı çok kurtardı”
Film 1970’lerde başlıyor ve 90’lara kadar süren bir hikaye anlatıyor, değil mi?
1977’nin aralık ayında başlıyor. 11 Aralık hatta. Aziz Özay’ın seçimi kaybettiği gece o, yerel seçimlerin yapıldığı. İki dönemdir başkan olan Aziz Özay başkanlığını kaybettiği gün başlıyoruz. Çünkü aslında bir süreç içinde Alzheimer’a doğru giden bir öykü var, onu hatırlattığımız bir şey bu, “Sen o gün seçimi kaybetmiştin baba” diye başlayan bir sahneyle.
n 1970’ler bütün dünyada nostaljiyle anılan ilgi çekici bir dönem, ülkemiz için de böyle. Sizin 70’lere dair duygunuz nedir?
Mesela benim hayatımın bir de Ankara bölümü var. Bütün çocukluğum boyunca her yıl dokuz ay Ankara’daydım. Gene 70’lerde tabii. Bizim kuşağın hayatına yön veren çok önemli bir dönem. Çünkü biz 70’lerde büyük adam gibi de yaşamadık, çocuk gibi de yaşamadık. Zihnimize çok nüfuz etti bu, bence o yüzden bize böyle geliyor. Gerçek hikayeden bir kurguya gittiğin zaman en büyük zorluk, bunu nereye sıkıştırıp hangi dönemin nesini anlatacağında. Beni aşı kavramı çok kurtardı aslında, bahçe üzerinden, kızlar üzerinden, aşı üzerinden anlatayım bu öyküyü diye düşündüm. Dolayısıyla, başlangıç noktası olarak 1970’leri seçmem Reis’in hayatıyla ilgili bir noktaydı, 70’lere has bir tercih değildi.
“Aşılayalım mı elmaları, insanları?”
Aşı fikrinden yola çıkarak filmin politik alt metni konusunda neler söylersiniz?
Politik meselelerle ilgili tavrımı söyleyeyim: Ben tarafsızım ama aktif bir tarafsızım. Tavırlı bir tarafsızım. Alt metin olarak politika var tabii filmde olmaz mı ama buna politika denir mi; bence denmez. Felsefe denir buna. Politik olan, siyasi olan bir ucuyla güncel olandır, felsefi olan daha derin ve daha geniş zamanlara yayılandır. Ben bir felsefeciyim zaten, felsefeci değilsen sinemadan, auteur’lükten söz edilemez. Benim felsefem, daha önce sorulmamış derin bir soru sormak. Ben bu filmle işte soruyorum: Aşılayalım mı elmaları, insanları? Ama sadece soruyorum, aşılayalım da demiyorum aşılamayalım da demiyorum. Bunu tartışalım diyorum. Bu aşı işi tutmuyor yani, belki de neden tutmuyor bunu konuşalım.
“Ben bir dramedyen’im”
Dram ve mizah dengesini nasıl kurdunuz?
Eskiden trajikomik denirdi, şimdi dünyada yeni bir kavram üzerinde duruyor insanlar, “dramedi” diyorlar. Bana da çok yakışıyor bu, ben bir “dramedyen”im neticede. Hayatın, acılarla sevinçlerin tam arasındaki ince çizgide yürüyen ironik bir serüven olduğuna inandım hep, öyle gözledim, hâlâ da öyleyim. Bu da tam bir dramedi aslında. Hatta öylesine ince yerlerde bunu zorladım ki tam gözyaşları dolunca, mizahi bir durum, tam mizahi bir durum olunca daha dramatik bir alan. Dolayısıyla, güldürürken düşündürür derler ya ben daha çok güldürürken ağlatıp ağlatırken güldürmeyi daha uygun buldum. Dramedi lafı da çok yakıştı.