‘Reverse discrimination’ diye bir deyim duydunuz mu? Eğer yurtdışında, özellikle de Amerika’da yaşamış ya da uzun süreli seyahat etmişseniz mutlak duymuşsunuzdur.
Türkçeye ‘bir hatayı telafi etmeye çalışırken ters yönde ve daha büyük bir hata işlemek’ diye tercüme edilebilir.
Herkesin malumu Amerika’nın tarihinde ırkçılık önemli bir yer tutuyor.
Serbest piyasanın işleyişine dayanan bir ekonomi de maalesef gündelik yaşamda ırkçılığın önüne geçemiyor. Azınlıklar, özellikle de zenciler, ağızlarıyla kuş tutsalar bile ekonomik yaşamda pek zirveye tırmanamıyorlar.
Bu durumu değiştirmek için devletin ön ayak olduğu bir takım düzenlemeler var.
Azınlıklara sağlanan burs olanakları, seçkin eğitim kurumlarını kota kullanmaya zorlayarak azınlıkların önünü açma ve bürokrasinin kilit noktalarına azınlıkları tayin etme gibi yöntemler bu düzenlemelerin bir parçası.
Ama bazen kantarın topuzu kaçıyor.
Haksızlığı düzelteyim derken daha büyük haksızlıklara yol açıyorsunuz.
Azınlıkları koruyayım derken hak etmeyene kıyak geçiyor ve mazlumun canını yakıyorsunuz.
Bir örnek vereyim.
Amerika’da hukuk okumak ateş pahasına. Ben Stanford’da üç senelik hukuk eğitimi aldım ama yüzbin dolar da borçlandım.
Bazı şanslı öğrenciler ise bursla okudu.
Burslar akademik başarıya göre değil, öncelikle ırk ayırımına göre dağıtılıyordu.
Babası uluslararası bir şirketin CEO’su olan ve bu şirketten ayrılmaya zorlandığında tazminat olarak 30 milyon dolar alan bir arkadaşın burslu okuduğunu öğrendiğimizde hepimiz çok şaşırmıştık.
Sarışın, atletik yapılı, elmacık kemikleri çıkık, bir gençti.
Meğer dedelerinden biri kızılderili imiş. Azınlıklara sağlanan olanaklardan bu nedenle yararlanma hakkı varmış.
İşte ‘reverse discrimination’ denen olay bu.
Kaş yapayım derken göz çıkarıyorsunuz.
Bir hatayı telafi edeyim derken, daha haksız bir duruma yol açıyorsunuz.
Şimdi nereden aklına geldi bütün bunlar, diyeceksiniz.
Ben bizdeki Frenk kökenli üzümlerin bu tür bir ‘tersten ayrımcılığın’ kurbanı olmasından korkuyorum.
Bir tarafta yerli, bizim toprakta yetişen, üzümlerimiz var.
Beyazlarda emir ve narince, kırmızılarda öküzgözü, boğazkere ve kalecik karası gibi.
Bir de bir türlü telaffuz etmeyi öğrenemediğimiz Fransız kökenli üzümler var.
Hemen hiçbir şarap 75 altı puan almaz
Kırmızılarda cabernet sauvignon, merlot, syrah; beyazlarda chardonnay ve sauvignon blanc gibi.
Bir zamanlar bu yabancı üzümlere karşıydık.
Kökü dışarıda, klonu ülke dışında, bizim toprağımıza yabancı ve ancak züppeler ile şarap snoblarının ilgisini çeken içecekler olarak gördük bu sepajlardan yapılan şarapları.
Bu psikolojinin gerisinde haklı bir korku da yatıyordu.
Yerli üzüm bağlarımızın sökülüp atılmasından ve onların yerini yabancı sepajların almasından korkuyorduk.
Kısacası, tam o şekilde ifade etmesek bile, çirkin emperyalizmin şarap alanındaki uzantısı olarak görüyorduk yabancı kökenli üzümlerden yapılan şarapları.
Sonra çok komik bir şey oldu.
Yabancı şarap uzmanları ülkemize gelip, kör tadımla ve yarım saatte 30 şarabın tadına bakıp şaraplarımıza not vermeye başladı.
Burada bir parantez açayım şarap uzmanlığını mühendislik gibi bir müspet bilim dalı sanan ve değerlendirmelerin niteliğini bilmeyen okuyucular için. Bir, 100 üzerine yapılan değerlendirmede hemen hiçbir şarap 75 altı puan almaz, alırsa ‘alın bunu dökün’, demektir. İşin doğrusu şu ki, 85 ‘orta karar’ bir şarap demektir. İki, aynı şaraba bir uzman 71 verip onu ‘çok kötü’ bulurken diğeri 87 verip onu ‘ortanın az üstü’ bulabilir çünkü zevk ve kişisel tercih diye bir şey vardır.
Her neyse.
Yabancı ve hepsi kendini ispat etmiş uzmanların notları açıklandığında garip bir durum ortaya çıktı.
Verdikleri mesaj açık ve net
Bir iki istisna dışında uzmanlar hep yerli üzümlerden yapılan şarapları beğendiler.
Bizim şarapçılara verdikleri mesaj açık ve netti: “Bırakın cabernet sauvignon yapmayı. Yerli sepajlara önem verin.”
Biraz daha açık sözle ve amiyane tabirle şöyle de ifade edilebilir: “Siz kim, bizle bizim sahamızda rekabet etmek kim. Boyunuzdan büyük işlere kalkışmayın!”
Gerçekten matrak bir durum.
Matrak çünkü biz Frenk sepajlarina ‘ulusalcılık’ ve ‘milli hassasiyet’ gibi tam ifade etmediğimiz hislerle karşı iken şimdi İngiliz şarap uzmanları gelip aynı şeyi söylüyor ve “siz içinize dönün, kendi değerlerinizi keşfedin” diyorlar.
Adamlar haklı mı, haksız mı?
Bence haklı oldukları bir taraf yok değil.
Eğer yabancı sepajları geliştirmek için eski bağlar sökülürse yazık olur.
Yabancı sepajların tadını bilen İngiliz uzmanlar için yerli sepajları tatmak tabii ki ilginç. Yeni lezzetler keşfediyorlar. Son derece deneyimli insanlar elbette ki kendileri için değişik olan tadların cazibesine kapılıyorlar.
Öte yandan bazı gerçekleri göz önünde tutmamız doğru olur.
Burada kendi adıma konuşayım.
Öncelikle ben yerli sepajlarımızın hiçbirinden kendi başında dünya çapında ve müzayedelerde ciddi paraya satılacak şarap çıkacağını sanmıyorum.
Frenk kökenli üzümler umut veriyor
Dahası Denizli-Güney, Manisa-Pendore, Avşa Adası, Saroz Körfezi, Bozcaada ve Kapadokya gibi bölgelerde Frenk kökenli üzümlerin umut verici sonuçlar vermeye başladığını düşünüyorum.
Er veya geç ülkemizden uluslararası çapta, yani 100 üzerine benim veya bir başkasının 95 ve üstü vereceği şarapların çıkacağını sanıyorum. Bu şarapların ne tek başına yerli ne de yabancı üzümlerden çıkacağı ama bu ikininin karmasından oluşan kupajlardan elde edileceği ise kişisel tahminim.
Bu durumda bize “Siz yabancı üzümlerden şarap yetiştirmeyin, yerlilere yönelin” mesajını vermek tersten ayrımcılık gibi geliyor.
Amerika’yı, özellikle de Milliyet Cadde seyahat ekinde bir yazımda anlattığım Kaliforniya’yı düşünün. Eğer onlar da böyle düşünüp ağırlığı Zinfandel (onun da kökeni İtalya aslında ama adı Primitivo) gibi hiçbir zaman süper şarap çıkmayacak bir sepaja verselerdi bugün Avrupa’nın önde gelen ülkelerine rakip olabilirler miydi?
Tabii ki biz işin başındayız. Hangi yabancı üzümlerin nerede en iyi sonucu verdiğini bulmak için daha yılların geçmesi gerekecek.
Ama bu çabadan vazgeçersek yazık eder ve kendimizi hep ikinci sınıf kalmaya mahkum etmiş oluruz gibime geliyor.