Ekolojik dengeleri unutup hunharca davrandığımız zaman doğa intikamını er ya da geç alıyor ve hepimiz ağır bedeller ödüyoruz.
Gerçek şarap ile soda pop denen şarap kılığındaki meşrubat arasındaki farkın adı ‘terroir’ (teruar). Doğru teruarı seçmezseniz bir yere varamıyorsunuz. Ne kadar paranız olursa olsun doğayı etkileyip aldatamıyorsunuz
Felsefi açıdan yaklaşınca şarap konusunun benim için çok ilginç bir boyutu var. Şarap ile ölüm arasında bir benzerlik kuruyorum. Alkolik olup karaciğer iflasın-dan ölmeyi kastetmiyorum.
Doktorların dediği gibi az miktarda kırmızı şarap sağlık için yararlı.
Kastettiğim para, pul, zenginlik, mal, mülk.
Herkesin bildiği gibi ecel gelince bunların hiçbirinin hükmü yok.
Herhalde bu yüzden olsun “Küçük dünyaları ben yarattım” diyen birçok kudretli insanın ölüm döşeğinde belki içlerine gömdükleri daha yumuşak ve insancıl yönlerini keşfedip ayaklarını suya indirdikleri söylenir.
Sonunda yaşam doğa ile bir yandan mücadele etmeyi, diğer yandan da uyum sağlamayı gerektiriyor. Bu işin mücadele kısmına çok prim verip uyum boyutunu unutan insanlar ve toplumlar sonunda hüsrana uğruyor.
Şimdi dünyada yeni bir moda var.
Özellikle de aşırı zengin, biraz şımarık ve hırslı zenginler arasında yaygın bir moda.
Herhalde kendi egolarını tatmin etmek için ‘dünyanın en iyi’ şarabını yapmaya çalışıyorlar.
Bu iş için manzaralı araziler satın alıyor, dünyanın parasını harcayıp yurtdışından uzmanlar getiriyor, inanılmaz tesisler kuruyorlar. Bazen ülkelerinin en pahalı halkla ilişkiler ajanslarını da seferber edip basında, Amerikalıların deyimi ile bir ‘buzz’ yaratıyor yani ses getiriyorlar.
İlkel damakların hoşuna gidiyor
Aynı içi hava dolu balon misali. Önce şişiyor ve çocukların ya da ilkel damakların hoşuna gidiyor. Sonra bir dokunuşta püf diye sönüyor. Ben yurtdışında uzun süre yaşadığım ve uzun zamandır şarap ile uğraştığım için bu tip olaylara çok tanık oldum.
Öte yandan dünyanın en iyi şaraplarını hep inanılmaz basit şaraphanelerde içtim. Üreticileri de büyük zenginler değil, o ülkenin köylüleri idi. Küçük ölçekli çalışan, doğaya saygı duyan, babadan kalma geleneksel yöntemleri kullanan köylüler. Daha bir kuşak önce resmen aç kalmış ve İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı kıtlığı çocukluklarında yaşamış olan insanlar. Bunların hepsi, şimdi varlık açısından rahat bir mertebeye ulaşsa bile hâlâ tarlaya girip ırgat gibi çalışan insanlar. Onların elinden çıkan şarapları Amerika’da bazı lüks malikanelerde ve modern tesislerde içtiğim şaraplar ile kıyasladığım zaman birincisinin lehine büyük fark görüyorum. Yani gerçek şarap ile soda pop denen şarap kılığındaki meşrubat arasındaki fark. Şarap konusunda ‘İlahi Adalet’ böyle tecelli ediyor. Bunun adı ‘terroir’ (teruar). Ne kadar paranız olursa olsun doğayı etkileyip aldatamıyorsunuz.
En uygun teruar Doğu illerimizde
Şimdi kendi ülkemde, çok ilginç bir durum ile bir nevi etik ikilemle karşı karşıyayım.
Bizde de varlıklı insanların bir şekilde şarap işine soyunmaya kalktığını görüyorum. Bazıları benim tasvip etmediğim şekilde reklamlarını yapıyor ve bazen basında haklarında inanılmaz övgüler düzenleniyor.
Öte yandan Türkiye ile Amerika ve Akdeniz ülkeleri arasında önemli farklar da var.
Sadece İtalya’da 150 bin ayrı şarap ve herhalde onbinlerce üretici var. Bizde toplasan 30-35 üretici ve sayısı 200’ü bulmayan şarap çeşidi.
Ayrıca maalesef kültürel nedenlerle bizde büyük bir hevesle şarap yapmak için bağcılık yapan küçük üretici sayısı pek az. İşin doğrusu şu ki şarap için en uygun teruar Doğu illerimizde. Öküzgözü ve Boğazkere gibi üzümler Batı illerinde aynı sonuçları vermiyor. Öte yandan Doğu illerinde de mükemmelliyetçi ve yaptığı işi severek yapan üretici sayısı son derece sınırlı.
Bu nedenlerle ben bizde zengin-ünlü-kudretli ve şöhretli kimselerin şarap piyasasına girmesinin şarapçılığın gelişmesi için vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum. Ama bu piyasaya giriş akıllıca olmalı.
Yani paranız olsa bile doğru teruarı seçmezseniz bir yere varamayacağınızı bilmeniz gerekiyor.
Sahibinin şahsiyetini yansıtıyor
Son aylarda içtiğim iki şarap benim değer yargılarıma ve bir ölçüde de damak tadıma uygun olduğu için burada sizlere önermek istiyorum.
Bunların birincisi Prodom.
Sahibi Mehmet Atay gerçek bir beyefendi. Konuya yaklaşımı akılcı ve beklentileri abartılı değil. Konunun ciddiyetini kavramış.
Piyasaya da büyük ‘buzz’ kopararak değil mütevazı bir biçimde giriyor Prodom. Mehmet Atay ile Sevilen markasının dinamosu ve şarabın yapımcısı Enis Güner’in bir projesi bu. Küçük ölçekli üreticilerin şarapları genelde sahiplerinin şahsiyetini yansıtır. Bu şarap da öyle. Gösterişli ve aşırı gövdeli değil. Ama yoğun ve adeta ‘asil’ yani belkemiği sağlam, dengeli ve kendine has, daha çok Bordo şaraplarını anımsatan bir zarafeti var. 2006 Prodom üretiminde Syrah, Cabernet Franc ve Aydın’da ekili bağlardan elde edilen Petit Verdot kullanılmış.
Herkesin hoşuna gidecek yani neredeyse tatlımsı ya da aşırı meyvemsi bir şarap değil bu. Daha çok bir ‘teruar’ şarabı. Yani doğaya saygı duymuş, onu manipüle etmemiş. Bu yüzden de puf diye sönüp gitmeyecek ve kanımca bir 10 hatta 15 sene evrilip daha da güzelleşecek.
Diyebilirim ki bu şarap Fransa’da Bordo’da en değerli toprakların olduğu Medoc, St Emilion ve Pomerol bölgeleri dışında kalan apelasyonlarda üretilen iyi şaraplar ile benzer kalitede. Paris’te bir bistro’da 30-40 euro arası satılan şaraplar arasında katiyen sırıtmaz.
Akdeniz sıcak iklim şarabı
İlgimi çeken ikinci şarap ise 2005 Paşaeli.
Onun üreticisi Seyit Karagözoğlu’nu yeni tanıdım. Kendisi aynı zamanda şarap ithal ediyor. Görgülü, bilgili, hevesli ve mütevazı biri. Cabernet Sauvignon, Merlot, Petit Verdot ve Cabernet Franc üzümleri kullanılmış
Paşaeli kupajında. Hepsi de
Karagözoğlu’nun bağlarından.
Sanırım kendisi bu şarabın 2005 milezimini piyasaya sürmeden önce epey deneme yapmış ve belli bir düzeye ulaşınca piyasaya çıkmış. Paşaeli şarabının benim tam stilim olduğunu söyleyemem ama gene de tavsiye ederim çünkü kendi tipinin başarılı bir örneği.
Ne tip mi? Yüksek alkollü, meyve lezzetleri ön planda olan tipik Akdeniz sıcak iklim şarabı. Ama asidite düşük olmadığı için yüksek alkol dengesizliğe yol açmıyor ve verim gaddar budama ile düşük tutulduğu için meyvemsi lezzetler sulandırılmış değil. İnşallah hem Mehmet Atay hem de Seyit Karagözoğlu çabalarında çok başarılı olur ve kaliteyi ön planda tutan başka üreticileri piyasaya
girmeye özendirirler. Bu üreticiler kısa dönemde para kazanır mı?
Pek sanmıyorum. Ama rekabet artmadan dünya pazarlarında kendimize yer edinemeyiz ve bunun için de idealist işadamlarının bu sektöre girmesi elzem.