Mavi yolculuğa çıkılır mı yoksa varılır mı? Arkadaşım Bülent Korman’a göre çok önemli bir ayırım yapmak lazım. Parası olan herkes iyi kötü bir tekne satın alıp ya da bir grupla tekne kiralayıp mavi yolculuk denen 5-10 günlük yolculuklara çıkabilir Akdeniz’de (tabii en iyisi teknesi olan ve seni davet edecek arkadaşın olması).
Bu yolculuğa çıkmak. Ama bir de yolculuğa “varmak” var. Mavi yolculuğa varmak, doğru anladıysam, belli bir bilinç düzeyine erişmek demek.
Ne tip bir bilinç mi? İlk mavi yolcular denen rahmetli Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu gibi değerli düşünürlerin bir parçası olmakla övündükleri Akdeniz uygarlığının olumsuz (IMMORTAL anlamında noktalarla) gücünün bilincine varıp bu uygarlığın nüvesinde olan özgünlük, özgürlük ve dayanışma ruhunu benimsemek. Sonra da bu bilinci teknedeki günlük yaşama yansıtmak.
Bu anlamda mavi yolculuk hiç bitmeyen bir süreç.
Ancak ne yazık ki bitiyor.
Bitince de, özellikle benim gibi henüz bu bilince eriştiğini iddia edemeyecek olan insan acı çekiyor.
Ama bütün güzel şeylerin sonu var tabii.
Teknenin simgesi
Aklıma rahmetli büyükbabam Tahir Milor geliyor, özellikle çok sevdiği yemeklerden fazla yememek için tabağına az alırdı. Sonra da “yedim yedim, bu da son lokma” diyerek tabağını temizlerdi. Sonra da eklerdi: “İster yüz, ister üç lokma ye sonu geliyor, iyisi mi ben de az yer ama zevkini çıkarırım.”
Biz de böyle düşünüp 3 günlük kısa bir yolculuğa çıktık Gökova Körfezi’nde “Zeren” ile.
Zeren Bülent Korman’ın gulet’i. Sevgili kızının adını vermiş. Güzel teknenin adından sonra da insanın gözü bana Lalique kabartmalarını hatırlatan tahta yelkovan kuşuna takılıyor. Teknenin simgesi gibi. Aklıma Orhan Veli geliyor tabii ki:
“Gün olur başımı alır giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.”
İnsanın aklına neler gelmiyor ki teknede engin denizde, beşikte sallanır gibi, ağır ağır ilerlerken... İnanılmayacak kadar koyu ve derin gece bastırınca insan kendisini yıldızlara çok yakın hissediyor. Halikarnas Balıkçısı da öyle hissetmiş ve “Yıldızlar el uzatılınca tutulacak kadar yakındır” demiş. Benim de aklıma Alaaddin’in “Sihirli Lambası” ve kızım Ceylan geliyor: “Ne isterdin ‘sihirli lamba’dan Ceylan?” “Dünyaya en uzak yıldızı alıp getirmesini söylerdim babacık”. Ne demeli? “Kızım o zaman mavi yolculuğa çıkmalısın!”
Yolculuğun keyifli yanı
Günümüzde mavi yolculuğa çıkan aydınlar da bu konuda yazıp çiziyor. Bir önceki Halikarnas Balıkçısı kuşağına göre daha somut şeyler söylüyor bu aydınlar. Örneğin Murat Belge “Mavi yolculuğun en keyifli yanı fiziksel çalışmadır... İnsanın bu süre içinde kendi hayatını tekne hayatı ile birleştirmesidir” diyor. Bir de Murat Belge bu süreç boyunca tanımadığınız kimselerle tanışmanın zevkinden bahsediyor.
Vallahi, ne yalan söyleyeyim, benim yolculuğum boyunca en ciddi fiziksel çalışmam bir yandan cep telefonu ile konuşurken diğer yandan lastik bota atlamak oldu. Ayağım kaydı, düşüyordum. Cep telefonunun mesaj kısmı da, sürtünmeden dolayı, değişik bir moda girdi şimdi kimseye SMS çekemiyorum.
Özünü kavramak
Ama ilginç insanlarla tanışmak çok keyifli. Lastik bota binmek, İngiliz Limanı’nın başka bir koyunda demir atmış, Bülent’in arkadaşı Osman Atasoy’un teknesine çıkıp ona merhaba demek içindi. Osman mütevazı ama kendisi ve Zuhal Atasoy’un Uzaklar adlı tekneleri ile yaptıkları dünya seyahatinin hikâyesini okumayı iple çekiyorum şimdi.
Ancak bence bu “mavi yolculuğa varmış” insanların hiçbiri bu işin özünü Serdar Ortaç kadar kavramamış. Ne mi demiş Serdar Ortaç? Vatan gazetesinde çıkan habere göre “Rakı-balık yemek sevişmekten çok daha zevkli demiş.” Arkasından da açıklamış: “Sohbet edip, oturup, güzel bir gece yaşamak sevişmekten çok daha guzel”.
Belki Serdar Ortaç bu sözleri mavi yolculukla ilgili olarak söylememiş ama söyledikleri benim bu alandaki ilk deneyimim ile cuk oturuyor. Gulet’in bankece’si şahane ve uyumak için en uygun yer ama bazı şeyler mümkün değil tabii. Öte yandan insanın Bülent ve Emel Korman gibi arkadaşları olursa sohbetin keyfine doyum olmuyor.
Yemek- içmek- sohbet
Bu kadar kafadan arkadaşlar, güzel sohbet ve dar yer olunca da (teknenin, hepimizin uyuduğu enfes bankecesi hariç) ne yapar insan? Geriye yemek-içmek-sohbet ve müzik dinlemek kalıyor. Sonra? Gene yemek-içmek-sohbet ve müzik dinlemek. Özellikle de teknede ağ olunca kaptan Ahmet ve Deniz’in ağla tuttuğu Tiryaki balığının çorbasını içmek ve Bülent’in hazırladığı deli sarpa’ları yemek büyük zevk.
Bir de enfes deniz tabii. Ne kadar içersen iç, yersen ye, insanı hemen ayıltıyor. Ama ayılmak isteyen kim? O zaman tekneye getirdiğimiz enfes şarap ve rakıları içmeninin alemi ne ki? Ayılmak için denize gireceksek niye kafaları çekiyoruz birader?
Bırakalım....Hiç olmazsa üç gün için kendimizi mutlu hissedelim. Bence işin özü bu.