Annem birkaç günlüğüne İstanbul’dan giderken bana sıkı sıkı tembihledi (yaklaşık olarak bin beş yüz kez!) sokakta baktığı kedilerinin mamalarını ve sevgilerini aksatmadan vermemi... “Sonra sağa sola, köşelere de mama bırak, başka kediler de aç kalmasın” dedi. İtiraf ediyorum ki annemin onları beslerken huzur bulacağımı söylemesine rağmen; bu soğukta günde iki kez uygulanacak bu görev bana biraz zor geldi. Ta ki ilk mesaime kadar...
Gecenin buz gibi soğuğunda oturduğumuz sitenin karanlık yolunda yürümeye başladım. Önce bacağı sakat anneyle yavrularını besledim, mamalarını hızla ve ürkekçe yemelerini izledim. Sonra sıra Kanka’ya geldi.
Kanka’nın hikayesi çok hüzünlü... Annemin içi sıcak battaniyelerle kaplı bir kulübede beslediği iki kediden biri. Birbirlerinden bir an olsun ayrılmayan, yuvalarının içinde sarılıp birbirlerini ısıtarak uyuyan, birlikte oynayan, birlikte mama yiyen, hayatı paylaşan mutlu iki dost ya da aşıktı onlar kim bilir?
“Saçmalama, kedi de aşık olur muymuş hiç?” demeyin, emin olun onların aşkı, sevgisi bizim yaşadıklarımızdan daha gerçek! Yalan, ihanet, ego, hırs, kıskançlık, bencillik, birbirinin canını yakmak yok; sevginin en saf ve temiz hali...
O gidince...
Ve Kanka’nın hayat arkadaşı Minik bir gün ansızın kayboldu ortadan, dönmemek üzere... Başına ne geldiğini bilmiyoruz. Hepimiz üzüldük, Annem günlerce ağladı ama Kanka o günden beri kendine gelemedi. Artık ortalarda koşup oynamıyor, hatta yuvasından hiç çıkmıyor neredeyse. Belli ki avunması için yanına koyduğumuz tüylü oyuncakla da kandıramıyor kendini. Gidenin boşluğunu dolduramıyor. Gecenin ayazında uzun uzun okşayıp sevdim onu. Ben giderken peşimden geldi, bacaklarıma dolandı, minik kafasını avucumun içine doğru uzattı, daha çok sevgi istedi, karnı doymuş ama kalbi hala aç. Onu okşamaya devam ederken o ana kadar tutmaya çalıştığım yaşlar gözümden pıtır pıtır dökülmeye başladı. “Ben de sadece sevilmek istemiştim” dedim. Ama elimde kandırılmış, ihanete uğramış, üstünde tepinilip tekmelenmiş ve yaşadıklarının şokuyla ‘sadece küçücük bir an’ içinde hiç bitmeyecek sandığı bütün duygularını yitirip nasır tutan kalbim kaldı sadece...
EN SEVDiĞiM DiZi KARAKTERLERi - 2:
Kerim- Fatmagül’ün Suçu Ne?: Hakikaten izlemelere doyulmaz bir karakter... (En azından dişi hayaletler için!) Hiç konuşmadan sadece gözleriyle, mimikleriyle o kadar çok şey anlatıyor ki Engin Akyürek... Fatmagül’e olan aşkı, hiç vazgeçmeyişi, sevdiği kızı korumaya çalışması izleyende “Neden hem bu kadar yakışıklı olup hem de böyle seven adamlar sadece dizilerde, filmlerde var?” duygusuyla karışık bir kıskançlık yaratıyor. (Ya da ben manyağım, onu bilemem!)
Mete- Öyle Bir Geçer Zaman ki: Aras Bulut İynemli son dönemin en yetenekli genç oyuncularının başında. Oyun gücü ve yangın sahnesindeki “Ali Kaptaaaaan” haykırışı dillerden düşmüyor! Böyle devam ederse geleceğin en büyük yıldızlarından olacak.
Reşat Yaşaran- Fatmagül’ün Suçu Ne?: Musa Uzunlar oynadığı samimiyetsiz, içten pazarlıklı karakteri öyle güzel yansıtıyor ki; dizideki kötü adamlardan olmasına rağmen keyifle izletiyor kendini. Eee, olgun erkek karizması da bir başka oluyor canım!!
GECE NOTLARI
* Maçka’daki Frame’deydim dün gece... Serdar Ortaç’ın orkestrasından Tai perküsyonda, Merih trompette döktürüyorlar. Olağanüstü bir enerjileri var. Eğlence garanti! Bayıldım!
* Nişantaşı Corridor’da etrafta ergen görmeden mantıklı bir yaş grubuyla aynı ortamı paylaşıp, kaliteli yabancı müzikle eğlenmeyi seviyorum. Kasıntı tipler yok, herkes kendi havasında...
* Asmalı’nın yeni mekanı Lux süper. Zaten Asmalı’yı tek geçerim rahat eğlenceyi sevenler için.
Hayalet’in ufak notu: Utanmadan popo elleyen şahıs sözüm sana; seni yakalasaydım tavandan sallandırırdım!
* Gece sonunda “Canım Ciğerim” tıklım tıklım oluyor. Yemeğinize kavuşana kadar bayağı bekliyorsunuz ama o lezzetli etleri yok mu, her şeye değer.