Bu “kriz” herkesi bozdu; kimimizi az, kimimizi çok ama hepimizi bozdu. Çok bozduklarının arasında “Erol Köse ve Sanatçıları” da var; hatta başı onlar çekiyor. Albüm satamadıkça müziğin çıtasını aşağı-daha aşağı-en aşağı çekip durdular; bu da işe yaramayınca, “serseri mayın” misali, bir o kapıya-bir bu kapıya çarpıp çarpıp durdular.
Hâlâ da öyle yapıyorlar. Köse’nin son meleklerinden Zeynep Dizdar dinamitledi önce ortalığı; hemen ardından da Sevda.
Zeynep Dizdar ki, şu piyasanın görüp göreceği en iyi vokalistlerdendi ve buna yaslanıp (bugüne kadar yapmış olduğu gibi) yoluna devam edeceği yerde, açmıştı ağzını-yummuştu gözünü.
Ardından Charlie’nin bir diğer meleği Sevda başladı bağırıp çağırmaya. Ama ne bağırmak, ama ne çağırmak; olabilecek en yüksek sesle, (“yediği kaba tükürmek” dahil) olabilecek en çirkin şekilde.
Sanki şöyle oluyordu: Belki onlar, belki firmaları, büyük ihtimalle iki taraf birden müzik piyasasının içinde olduğu “çok ağır kriz”i yanlış tahlil ediyor ve sayar-söverlerse, bağırır-çağırırlarsa, yeterince dikkatleri üzerlerine toplarlarsa, herkesi geride bırakacaklarını düşünüyorlardı. Ne yanılsama! Ve ne cehalet!
Farkında mı değiller? “Müzik” giderek para ile alınır-satılır bir şey olmaktan çıkıyor. Farkında değiller mi?
Ne yaparlarsa yapsınlar, asla asla asla satamayacaklar; hele hele böyle bayağılaşırlarsa hiç!
Hislerin talebesi
Bir on-on beş gün kadar önce, Sema Denker’in Sevda ile yaptığı bir röportaj yayınlandı Kelebek’te. Denker’in “çarpıcı” olarak nitelediği ama aslında gayet rahat bir şekilde “bayağı” olarak nitelendirilebilecek bu röportajda, başta kendisine el vermiş-destek olmuş Nilüfer olmak üzere, çoğu kişiyi biçti geçti Sevda kızımız. Nilüfer’in uzun dönem vokalistiydi zaten bu gerçekten güzel sesli genç şarkıcı. Nilüfer’in arkasında dura dura pişmiş, “bir Nilüfer kopyası” haline gelmiş bile olsa, iyi şarkı söylemesini öğrenmişti.
Ve bir yedi yıl kadar önce, Nilüfer tıpkı Asya’ya yaptığı gibi, Sevda’nın da önüne düşmüş, o zamanlar çalışıyor olduğu firma olan Tempa&Foneks’e “zoraki” olarak bir anlaşma yaptırmış ve sonradan “Sevdalım” adını alacak albümü hazırlamaya girişmişti.
Albümün her ama her şeyiyle ilgilenmişti Nilüfer. Prodüktör dediklerimiz her ne yapıyorsa onu, hatta onun üç beş kat fazlasını yapmıştı.
Repertuvardan düzenlemelere, söz yazarı ve besteci izinlerinden (ki bu satırların yazarı, “Olmasa Mektubun” adlı şarkının izinlerini almak-vermek için bizzat Nilüfer ile temas etmiş, Nilüfer’in bu albüm ile ilgili şevk ve çabasına birinci elden tanık olmuştur) imaj planlamasına kadar her şeyle ince ince uğraşmıştı Nilüfer. Zaten Asya örneğinden dolayı bilinmeyen şey değildi; Nilüfer, “dostlar-düşmanlar alışverişte görsün” diye değil, vokalistlerini önemsiyor diye, onları ciddiye alıyor, saygı-sevgi duyuyor diye girişiyordu bu işe.
Kötülüğün profesörü
Ama olmamıştı. Bir Nilüfer kopyasıydı Sevda ve bu kadar taklit, bu çapta bir benzerlik, kimsenin hoşuna gitmemişti.
Öyle ya, “aslı” duruyorken, aslını seviyor hatta tapıyorken, “sahte”sini ne yapacaktık ki? Aşkın Nur Yengi’yi bile ancak ve ancak Sezen Aksu takipçiliğini bir kenara bırakıp kendi vokal tarzını inşa etmeye başladıktan sonra basmadık mı bağrımıza?
Ama hayır; insanın kendisinde kusur arayacağı yerde, başkasını suçlaması, başkasına yüklenmesi elbette daha kolay bir şeydir.
Öyle olduğu için de Sevda, bir başka röportajda vites yükseltti ve İsmail YK misali bastı gaza: İşe Sezen Aksu ile Onno Tunç’u karıştırdı, “O bunu, bu diğerini kıskanıyordu,” dedi.
Bütün bunlar şu demek aslında: “Beni görmüyor-beni ciddiye almıyorsunuz; ben kendimi göstermesini-fark ettirmesini bilirim.” Evet doğru; ama bugünlük, çok çok birkaç günlük Sevda; üzerlerine “irin” sıçratmaya çalıştıklarınız “3 Büyükler”den ikisi; her ikisi de, 40 yıla yakındır en yükseklerde. Biraz mantıklı olun; sözünü ettiklerinize benzer “entrika”lar, bir yıldızı değil kırk yıl, dört yıl bile zirvede tutamaz.
Ve bütün zorlukları aşıp zirveye çıkan bu tür sanatçıların (mesela “rekabet” gibi) en gündelik hal ve tavırlarında, (mesela “kıskançlık” gibi) en basit duygu ve duyarlıklarında bile “bir güzellik-bir zerafet-bir incelik” vardır. Böyle sanatçılar, müziği beyinlerinin merkezine, hayatlarının orta yerine yerliştirmişlerdir ve kafalarından her geçirdiklerini, attıkları her adımı “müzik müzik, ille de müzik” diye geçirir-atarlar.
Onlar (ki, sayıları üçü-beşi geçmez) rekabetten/kıskançlıktan da müzik kazansın isterler. Daha güzel-daha iyi söylenmiş-daha farklı sunulmuş şarkıların peşindedir onlar. Şiarı “Erol Köse çalsın, ben söyleyeyim” olanların yeri, onların yanı asla asla asla olmamıştır-olamayacaktır.
Bu nedenle Sevda dört ay, hatta dört gün için bile zirve nedir bilmeyecek. Yeni albüm “Hislerimin Talebesiyim” zaten bu röportajlar olmasaydı bile, bunu göstermeye yeterliydi. Boydan boya “Nilüfer Etkisi” altında bir albüm bu da; Sevda kızımız, ilk albümünün üzerinden yedi yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen, bir milim yol al(a)mamış. Nilüfer ona ne kattı, ne gösterdi, ne öğrettiyse, hâlâ onlarla idare ediyor.
Hem tembel, hem de “zirve” istiyor herkesten.