Yunanistan’dan “Trenle gelir misin?” diye sordular. Sıkışık hayatlar, dolu ajandalar, ertelenen büyük işleri şöyle bir gözümün önünden geçirdim. her şeyi biraz daha ertelemeye karar verdim; “olur” deyiverdim.
Sirkeci’den trene binmeyeli yıllar olmuş. “Dostluk Treni” önce homurdandı, sonra kükredi ve nihayet şahlandı. Uzunköprü’deki gümrük kontrol noktasına kadar gayet “tıkırında” ilerledik. Uyudum, uyandım; trende yemek ve içecek servisi yok, görevliler kendilerine aldıkları yiyecek ve içeceklerden satıyorlar. Çay hiç fena değil; gecenin içinde ilerlemek hiç de sıkıcı değil.
Her ne kadar “İstanbul’dan Selanik’e 12 saat sürüyor” deseler de, durum biraz farklı. Gümrüklerde dört saat falan bekledik. Ama sorun yok; dedim ya, geniş zamanlardayız. Tren yolculuğu, tam bir eski zaman yolculuğu. Coğrafyanın değiştirdiği makyajı hissetmek, havanın kokusunu anlamak çok güzel. Önce “Trakya” kokuyordu. Dallar uzamış, yolları otlar bürümüş, çiçekler çoktan açmıştı. Vagonlara haşır haşır dallar çarpıyordu.
Çok derin uyumuşum; bir uyandım, içeri çoktan güneş vurmuş. Sanki biraz Ege olmuş. Görevli memur “İstersen kahvaltı getireyim, daha iki saat yolun var” dedi. Yumurta, domates ve peynir, bana o trende çok lezzetli geldi...
Sonrası tam planlandığı gibi gelişti. Selanik Garı’nda beni karşılamaya gelen şoförle buluştum, rehberin ve dünyanın değişik yerlerinden davet edilen gazetecilerin beklediği noktaya kadar gittik.
Çok uyumlu bir grup ve harika bir rehberle dört gün geçirdik. “Rehber” dediysem, Niko aslında turizmi geliştirme projesinde ve birçok sosyal sorumluluk girişiminde yer alan doktoralı bir meteorolog.
Avusturyalı fotoğrafçımız Martin çok komikti, Bulgar Stev benim için “komşu”ydu. Neyse, grup şahaneydi anlayacağınız. Ve fakat bu tarz gezilerde “her şeyi gösterelim” kaygısı karşı tarafta, “aman bir şey kaçırmayalım” endişesi de gazetecide olunca, ömrünüz yollarda geçiyor. Şöyle adam gibi 10 günde yapılması gereken turu, dört güne sıkıştırdık. Ulu dağları seyrettik, inanılmaz mitolojik öykülere inandık. Atlarla dolaştık, dağ göllerinde deniz bisikletlerinin pedallarını çevirdik. Dağ tırmanışı gerçekleştirdik. Kahvede oturduk, yaşlılarla sohbet ettik. Ama en çok, en çok, Meteora’ya vurulduk.
Kayaların üzerinde
Meteoralı Aziz Anthanassios, 14. Yüzyıl’da Meteora’nın manastırlarına adını koymuş, imzasını atmış. Athos Dağı’ndaki manastırlardan sonra, bugün Yunanistan’ın en büyük ikinci dini merkezi. Binlerce din görevlisinin yaşadığı manastırlar, her dinden yüz binlerce gezginin de ziyaret noktası.
Bölgedeki 24 manastır ve sayısız dua ve meditasyon odası, ulu kayaların tepelerine inşa edilmiş. “Bir Tanrı, bir de ben” duygusuyla yola çıkıp, “ben”in iyice yok olabileceği ayrıcalıklı noktalardan; anlamak çok zor değil.
Manastırların neredeyse tüm iç duvarları, yüzyıllar önceden kalma duvar süslemeleriyle bezenmiş. Her birindeki küçük hatıra odaları veya müzelerde geçmiş sergilenmiş. Ve sıkı durun: “Ossuary” denen kemik odalarında, ömrünü manastırlarda tamamlamış din adamlarının kafatasları özenle saklanmış.
Böyle bakıp bakıp kalakaldım: Bu adamlar bu binaları nasıl inşa edebilmişler? Hem de yüzlerce yıl önce...
Evet, gördüm, elle çekilen bir tür ilkel asansör yapılmış, ve muhtemelen büyük parçalar teker teker yukarı çekilmiş. Belki o zamanlar “keçi yolu” gibi bir tırmanma yolu ile ustalar yukarı tırmanmış. Ama bu işlem kaç yüzyıl sürmüş?
Aklıma Meteora’ya dünya çapında ün kazandıran James Bond filmi geldi. Sean Connery idi, değil mi? Hani bu duvarlardan aşağı doğru uçup, yukarıdan yapılan çekimlerle bütün muhteşemliği gözler önüne sermişti...
İyi de bu manastırlar, bu ulu kayaların tepelerine nasıl inşa edilmiş?
Ne yapılır?
Bol bol doğa sporları... Her yer yürüyüş yapmak ve doğayı izlemek için uygun. Tüm otellerde broşürler var; kaçırmanıza imkân yok.
Thessalia Bölgesi’ndeki bütün küçük bölgeleri ziyaret etmek lazım. Larissa, Trikala, Karditsa ve Magnesia’yı görmenizi öneririm. Yalnız yolların biraz dar ve virajlı olduğunu hatırlatmamda fayda var.
“Sporades Adaları” denen Alonissos, Skopelos ve Skiathos’u ziyaret edebilirsiniz. Ben gitmedim, ama çok güzel olduklarını duydum.
Tabii ki Meteora; muhteşem. Bütün gezimin en heyecan verici durağıydı. İnsanların dünyanın her köşesinden neden kalkıp geldiklerini anladım da, o kayaların tepesine o manastırların nasıl kurulmuş olabildiklerini çözemedim...
Pelion Dağı’nda buharlı tren çalışıyor ve saatte 25 km hızla olağanüstü güzelliklerin arasında yol alıyor. Resimlerini gördüm, gidemediğime çok yandım.
E, Yunanistan’dasınız, yeme-içme ülkesindesiniz. Keyfinize bakın, acele etmeyin, bol bol yiyin, “siga siga” yiyin!
Ne YENİR?
Bir kere her yemekte masaya mutlaka “Greek Salad” gelecek. Malum, bizim çoban salatasının çok iri doğranmış ve beyaz peynirli olanı. Ekmekleri çok doyurucu ve güzel; zeytinyağı harika. Demek istediğim korkmadan “bandırın”! Ana yemek olarak tabii ki deniz ürünleri ve balık. Hem ucuz, hem çok güzel yapıyorlar.
Bizim dolmalar falan da var, ama ben Yunan dolmasının tadını pek sevmiyorum. Ah nerede anneannemin yaptığı resim gibi biber dolmaları... Neyse, bir de börekleri çok güzel. Peynirliler, otlular, tatlı börekler... Tam bizim ağız tadımız! Üstüne de kahve, az şekerli. Fondan da bizim şarkılar; hiç yabancılık çekmeyeceğinizin garantisini verebilirim.
NASIL GİDİLİR?
Atina’ya uçup, oradan araba kiralayarak gitmek mümkün. Ya da benim gibi Selanik’e tren ve sonrasında araba. Atina’dan da Selanik’ten de ulaşmak eşit gibi. tren tarifelerini öğrenebilirsiniz. Değişik ve uzun bir tecrübe oluyor, ben trenden çok memnun kaldım.