Öncesi, gecesi derken artık Oscar’ın ötesine geçtik. Bir sanat etkinliğinden çok, magazinin ,ticaretin, siyasetin ve lobileşmenin doruklarında bir ödül gecesini daha geride bıraktık. ‘En İyiler’in değil; en güçlülerin ve güce en çok destek verenlerin ödüllendirildiği Oscarlar, tam da tahmin ettiğim gibi epey silik bir törenle bu seneyi ardında bıraktı. Ben, Oscar günü yaptığım tahminlerle 12’den vurarak, iddialı bir rekora imza attım. Ana dallarda 16 kategoriden 14’ü tuttu. Sadece film müziği (şarkıyı doğru tahmin ettim) ve kostümde yanıldım. Altı yıldır sürekli bu kadar isabetli tahminler yapmam elbette tek başına filmleri değerlendirmekle ilgili değil; Amerikan sinema endüstrisindeki siyasi havayı ve anın ruhunu koklamakla da ilgili. “Oscar’a inanma Oscar’sız kalma” diyerek başladığım yazılarıma “Oscar, sadece Oscar değildir” diyerek bu senelik noktayı koyuyorum.
Tören bize Amerika’ya dair neler söyledi?Amerika’nın hâlâ en büyük sınavı Afro-Amerikan halkla ilgili... 400 yıllık acının yaraları kolay sarılacağa benzemiyor. Kaldı ki, bu konunun hâlâ gündemdeki en büyük yeri işgal etmesinden ve Afro-Amerikalılar’a yapılan ayrımcılığın sürekli altının çizilip hamasete varılacak boyutta bir yüceltme gayretinde olunmasından anlıyoruz ki, aslında hiçbir şey çözülmüş ya da geride bırakılmış değil. Bunca ırkçılık anlatan film, bu yaranın hâlâ açık olduğunu ve ırkçılığın bugün de ciddi boyutlarda devam ettiğini gösteriyor aslında. Trump’ın da destekleriyle, şu ara pek moda olan ‘beyaz Amerikalı’ kavramını göz önüne alınca, bundan sonra tarihi değil, günümüzdeki ırkçılığı anlatan filmler daha çok karşımıza çıkacak gibi görünüyor.
n Hollywood’da, seyircinin bir filme kendini yakın hissetmesinin ve o yapımın Oscar almasının formülü: Afro-Amerikan karakter + eşcinsel hikayeler + mümkünse gey Afro-Amerikan karakter + göçmen karakter + Hristiyanlık dışı farklı bir dine mensup karakter.
Bizim ‘Bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman...’ diye başlayan temel fıkralarımız gibi, Hollywood filmlerinin yeni şablonu da bu formülden geçiyor.
Yine hakları en ötelenen kesim, kadınlar. Oscar töreni bu yıl da göçmen ve Afro-Ameriaklıların haklarının teslim edilmesinin bol bol altını çizdi. ‘Kadın eşitliği’ ise pek dile getirilmedi. Hatta bir eşcinsel erkek Afro-Amerikalı, bir eşcinsel erkek göçmen, bir Afro-Amerikalı kadın hikayelerini oynayan oyuncular arasında ödüllerin paylaştırıldığı ve bunun çok da tesadüfi olmadığı bir dağılımda, hakları yenilmiş, erkek olduğu için kocasına teslim ettiği kariyeriyle hayatını gölge gibi yaşamış bir kadının hikayesi bile, Glenn Close’a yedinci adaylığında Oscar’ı getiremedi. Kadınlar ancak elbiseleri ve mücevherleriyle, tam da hayatta üzerlerine biçilmiş rolleri kadar var oldular Oscar’da... Ne yazık ki, ‘MeToo’ hareketi, saman alevi gibiymiş aslında... Kadınlar, kendilerine ve başka kadınların haklarına sahip çıkmadıktan sonra...
Cinsiyet rollerindeki sınırların silikleşmesi... İşte Hollywood’un bir başka altını çizdiği konu. Alışılmış erkek giysilerinin dışında giyinen erkekler ve feminen giyimi reddeden kadınlar... Cinsiyet rollerinin sınırlarının geçirgenleştiği bir geleceğin ilanı. Herkes bu yeni dünyaya hazır olmalı.
Yakın zamanda köşemde yazdığım ‘Perennial Nesil Kadınları’nın gücünün ispatı. Yazımı okumadıysanız, lütfen internet sayfamızdan okuyunuz. Kısaca ‘her çağın kadını’ denilen ve eskimeyen, sürekli kendini her alanda güncelleyen bir neslin bugün ve bundan sonra dünyada ne kadar etkili olduğundan bahsetmiştim. 60-70 ve 80’li yıllarda doğanları kapsayan bu nesil Oscar’da da yine kendini gösterdi. Gecenin en etkileyici kadınları (yaş yazmayı sevmem ama mecburum), 49 yaşındaki Jennifer Lopez ve 51 yaşındaki Julia Roberts’tı. Hatırlatayım, geçtiğimiz yılın en iddialı kadınıysa perennial neslin anası, öncüsü ve habercisi olan artık yaşsız mertebesinde oturan Jane Fonda (80) idi. Oscar’da da bir kez daha ilan ettikleri o ki, erkeklerin yarattığı algıdan silkinmenin ve anneanneleri değil; her daim kendini her açıdan güncelleyen perennial kadınları örnek almanın zamanı geldi.