Bir baba ölüm döşeğindeyken oğlu ‘Sakip’i yanına çağırıyor. Diyor ki, “Ölemiyorum, bana ‘Selim’i getir oğlum.” ‘Sakip’, bir yandan “Ölme zaten baba” derken, diğer yandan soruyor: “Selim kim?”
Ve 37 yaşında öğreniyor ki, Türkiye’de hiç bilmediği bir kardeşi var. Ertesi gün atlıyor arabasına, düşüyor Makedonya’dan İstanbul yollarına. Başka çare yok, ‘Selim’ bulunacak, getirilecek. Gerekirse iğneyle kuyu kazılacak, ki yapacağı tam da bu. Sonra da ‘Selim’i kendisiyle beraber Makedonya’ya gelmeye razı etmesi var tabii. Babanın son isteği bu, geri çevrilemez.
Birbirlerinin varlığından haberdar olmadan büyüyen, geceyle gündüz kadar farklı iki kardeşin; ‘Sakip’ ile ‘Selim’in yol hikayesini anlatan ‘Limonata’, insanın içinde adıyla ilgili klişe sözcük oyunları yapma isteği uyandıracak kadar tatlı bir film. Kendimi bunlardan alıkoymaya gayret ederek, diyorum ki, uzun süredir bir filmde bu kadar gülmedim.
Zıt ama matrak karakterler
Bugüne kadar oyuncu olarak bildiğimiz Ali Atay ve Ertan Saban, meğer çok iyi birer senaryo yazarıymışlar aynı zamanda. O nasıl bir aksamayan, sarkmayan, insanları detaylarla boğmayıp su gibi akan öykü. Seyirciyi salak yerine koyup her şeyi illa gözüne sokma gereği duymuyor, bırakıyor bazı şeyleri zamanla keşfet.
İki karakter çizilmiş, ikisi birbirinden matrak. Aralarındaki zıtlıklardan öyle güzel bir kimya çıkıyor ki. Gelelim oyunculara; saf, sevimli, iyi kalpli ‘Sakip’i Ertan Saban, serseri, ağzı bozuk ve ters ‘Selim’i Serkan Keskin oynuyor. Ve ikisi de gerçekten döktürüyorlar. Hele hele bazı anlar; misal Bulgaristan’daki çingene düğününde karşılıklı oynadıkları sahne hiç bitmesin istiyorsunuz. Bu arada Bulgar lastikçiyi geçen yıl kaybettiğimiz Ciguli oynuyordu, bu da filmin hoş sürprizlerinden biri...
Son yarım saatte bir “Eee sonu biraz uzadı mı ne?” duygusu geliyor ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Öykü ve oyuncular bu kadar sağlam olunca, o öykü böyle sapsade anlatılınca, Ali Atay’ın ilk ‘yönetmenlik denemesi’ deneme filan değil düpedüz usta işi bir film olmuş. Ben ‘yol filmi’ denince nedense baştan sıkılmaya hazırlanırım, bu 110 dakikalık neşeli bir serüven.
‘Leyla ile Mecnun’dan doğan ekip büyüyerek zaman zaman birlikte, zaman zaman ayrı işler yaptıkça sinema ve televizyonda hem gülüp hem iyi şeyler izleme şansımız artıyor. Ne güzel...
Say’ın şairlerden selamı var
Fazıl Say, sevdiği şiirleri bestelediği, çok beğenilen ‘İlk Şarkılar’ın ardından ‘Yeni Şarkılar’ yaptı. Yine çok önemli beş şair, yine insanı serüvene davet eden bir müzik. Edip Cansever’den ‘Şey Şey Şey ve Şeylerden’, Turgut Uyar’dan ‘Göğe Bakma Durağı’, Cemal Süreya’dan ‘Bu Bizimki’, Nazım Hikmet’ten ‘Masalların Masalı’ ve Ömer Hayyam’dan ‘Ey Kör’ yeniden hayat buluyor bu kez Fazıl Say’ın notalarıyla. Tam da istediği gibi her şarkının ‘kendi dünyası’, ‘kendi uygarlığı’ var.
Duygudan duyguya, halden hale geçiyorsunuz dinlerken. Yine Serenad Bağcan’ın sesi eşliğinde... Ve tabii birbirinden iyi 30’dan fazla müzisyenin... Ney, kanun, kemençe, elektro gitar, arp, theremin el ele vermiş, bu zamansız ve mekansız şarkılara ses vermişler. Özetle Fazıl Say’ın müziği yine şaşırtıcı ve etkileyici. Şiir ise her daim iyi gelir insana.