Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

‘İstanbul Film Festivali’ bende bir tür çocukluğa dönüş duygusu uyandırır her sene... İKSV’nin bütün festivallerinin insanın ruhunu coşturan bir tarafı var tabii ama, ‘Film Festivali’nin başka... Bir kere annemin, babamın, ablamın takip ettiği bir etkinlik olduğu için ben de onun içine doğdum, bir de liseyi Beyoğlu’nda okuyunca tam göbeğinde büyüdüm.
Şu an dünyanın tüm ülkelerinden filmler parmağımızın ucunda ya, bir zamanlar hayaldi, ‘Bergman’ filmini festivalde kaçırdıysan bir daha izlemek. Pasolini toplu gösteriminde Emek Sineması’nın sokağının başı bilet arayanlar tarafından kesilmişti, hiç unutmam.
Filmin ortasında da epey çıkan olmuştu sonra... Tutkulu, aceleci, tahammülsüz festival izleyicisi...
Geldiğimiz noktada, ne Emek Sineması var, ne Bap Kafeterya, ne filme girmeden önce tost, portakal suyu aldığımız han, ne aradaki profiterol keyfimiz İnci, ne film aralarında kahve içtiğimiz Caffinet... O güzel bahar günlerinden bir ‘Film Festivali’ kaldı... İstanbul’un baharına erguvanlar kadar yakışan festival...
Dolayısıyla yarın, dışarıda güneş pırıl pırıl parlarken sinema salonlarına kapanma vakti.
Neler görmeyi düşündüğüme gelince...
Ülke ve dünya koşulları beni mümkünse fazla acı çekmeyeceğim filmler izlemeye itiyor. Kendi kendime depresyona girebiliyorum, dış desteğe ihtiyacım yok. Bu yüzden bu yıl, özellikle Antidepresan bölümünü çok sıkı takip etmek niyetindeyim. Bu bölümde bize bir şekilde hayatı sevdirecek, yeni bir başlangıç için geç olmadığını düşündürecek, ya da maceralara yönlendirecek 11 film var. Bence ruh halimize birebir.
Bunun dışında merakla beklediğim filmlerin bazılarını sıralıyorum. Bir de her seneki gibi, ‘Festival demek keşif demek, bunu unutmayalım’ diyorum. En seveceğiniz filmin adı, hiç duymadığınız bir yönetmenden ve dünyanın öbür ucundaki bir ülkeden çıkmış olabilir.

‘45 Yıl’
2011 yılında çektiği ‘Weekend / Hafta Sonu’nu bu yıl sinemalarda görebildik. Şimdi de Andrew Haigh yeni filmi ‘45 Yıl’la festivalde. Konusu tüyler ürpertici: Kate (Charlotte Rampling) ve Geoff (Tom Courtenay) evliliklerinin 45’inci yılını kutlamak üzereyken, İsviçre’de buzların altından Geoff’un 50 yıl önce kaybolan ilk aşkının bozulmamış cesedi çıkıyor.

‘Yüzündeki Sır’
‘Barbara’ filmine bayılmıştım, Christian Petzold yine favori oyuncusu Nina Hoss’la çalışıyor ve toplama kampından kurtulan bir şarkıcının, işkenceden tanınmaz hale gelen yüzüne yaptırdığı estetik ameliyat sonrası kocasıyla karşılaşmasını anlatıyor.

‘Yeni Kız Arkadaşım’
Sadece François Ozon adı zaten başka bir şey sordurmadan beni sinema salonuna götürmeye yeter. Polisiye edebiyatın kraliçesi Ruth Rendell’ın adı ise koşar adım gitmeme neden olur. İki yakın kız arkadaştan birinin ölümü üzerine diğerinin onun kocasına ve çocuğuna göz kulak olmasını anlatıyor diyelim, gerisini merak edelim.

‘Postacının Beyaz Geceleri’
İşte yine bir ‘Yönetmenine bak, gerisini sorgulama’ filmi daha. Rus yönetmen Andrei Konchalovsky bu filmle ‘Venedik Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü aldı. Film, dış dünyayla tek bağlantısı postacı olan ücra bir köyde geçiyor, bütün köylüler kendilerini oynuyor.

‘Onur’
1984’te Ulusal Maden İşçileri Sendikası’yla aynı saflara karşı (Thatcher, polis ve hükümet yanlısı basın) mücadele ettiklerini fark eden Londralı bir grup aktivist lezbiyen ve geyin öyküsünü anlatan renkli, umut veren bir belgesel. Kaçırılacak gibi değil.

‘Güzelliğin Hanedanlığı’
Oscar aldığı ‘Barbarların İstilası’ hayatta en sevdiğim filmlerden biriydi, dolayısıyla Denys Arcand’ın yedi yıl aradan sonra bir film çekmesi bile müjdenin ta kendisi benim için. Film, tek derdi ‘Daha fazlasını istemek’ olan bir mimarın hikayesini anlatıyor.