4-5 sene önceydi sanırım. Bar çıkışı iki kız bir erkek taksiye doluşmuş, kızlar taksinin arka koltuğuna kurulduğu gibi bir gece ritüeli olarak aralarında kaynatmaya başlamıştı. Gaipten ingilizce sesler duyunca “Yok ya bu kadar da kafam güzel olamaz” demiştim önce. Baktım, sesler tanıdık. Arkamı dönmemle fark ettim ki bizim kızlar ingilizce kaynatmaya başlamış, bülbül gibi şakıyorlar. Kimi cümleler sansürlenecek cinsten olunca taksi şoförü karşısında utanmamak/sıkılmamak adına ingilizcenin güvenli sularına sığınmışlar. Yanımdaki henüz 20’lerinde, kafada bir kutu briyantin, elinde ince gümüş tespihiyle direksiyon sallayan gence baktım. Arkadaki ‘ingiliz tiyatro’ karşısında tepkisini ölçmeye çalışırken fark ettim ki yolların İsmail YK’sı elinde olsa dikiz aynadan içeri girecek, arka koltuğa ışınlanacak. Kızların güzelliğine, “Acaba aralarında ne konuşuyorlar?” merakını ekle. Şimdi tut tutabilirsen bizim yandan çarklı İsmail YK’yı. Kızların sohbet konusunu saklamadaki çabaları gayet anlaşılır bir durum. Benzer sahne özellikle genç kızlar tarafından İngilizce bilmediklerinden emin şoförün/barmenin/garsonun yanında çok yaşanmıştır, yaşanıyordur. Kendimi her ingiliz tiyatronun ortasında buluşum dayanılmaz suçluluk hissiyle bitiyor. Özelini saklama adına karşındakine alttan alta “Ben biliyorum/sen bilmiyorsun” dedikten sonra beş dili anadilin gibi konuşsan kaç yazar?
Ağzından “OMG! WTF?”ı düşürmeyen kızlar
Toplum olarak cümlenin olmadık yerine olmadık ingilizce laflar sıkıştırma merakımız artık olağan bir durum. İki kelimeyle sınırlı kalmayıp uzun uzun cümleler kuran, hatta dişine göre birini bulmuşsa işi diyaloğa dökene de rastlamak mümkün. İş hayatındaki jargondan kurtulamayıp ağzına yapışanı ve bu durumdan rahatsız olanı da var ne kadar da Batılı olduğunu göstermek adına bile bile konuşanı da var. Meğer ingilizce konuşmanın da bir adabı varmış. Geçenlerde ağzından çıkan her iki kelimeden biri ingilizce kızlardan biri, ‘öteki’ ingilizce dublajlı konuşan kızı çekiştiriyordu: “Ah, o kız tam bir ‘looser’! Yurt dışına ayak basmışlığı yok, “OMG! WHT!* filan diyor ya. Gülünç yani” Öyle TV karşısında yabancı sit-com’lardan özenle çekip alınan cümlelerle hava atamıyorsunuz. Malum, öyle ‘Grammar’ kitaplarından başlayan kalıp cümleler değil, yurt dışından arak sokak ağzı ancak kabul görüyor bu çevrede.
Türk cafesinde iki ’fransız’ salyangoz
Tüm bu ingilizce hikayesi artık yadırganmaz/eleştirilmez hale gelmişken geçen gün başıma tuhaf bir durum geldi. Kafede yanımda oturan iki kız ( üstelik biri ‘güya’ yakın arkadaşım) birden fransızca konuşmaya başladı. Ortamdaki herkesin İngilizce bilme ihtimali yüksek olunca, bu kez Parizyen bir hava bürünmüş, kazanın altını yakmış, fokur fokur kaynatıyorlar. Durmadan, duraksamadan, büyük bir hararetle... Belli ki acil konuşulması/çözülmesi gereken bir ‘erkek’ meselesi var. Yine belli ki konuyu herkesle paylaşmak istemiyor. Gayet anlaşılır. Kim “Gür sesiyle mekanı kaplayan/ilişkisi tüm masalara meze olan insan” rolünü ister? Karşınızdakinin birden dilini değiştirip sizden konuştuğunu kaçırması tuhaf bir hale itiyor adamı: “Ben dinlemiyorum, siz konuşu” diye rahatlatsam mı? Kalksam mı hafiften? “Sanırım burada olmamalıyım” diye diye utandım, sıkıldım, iyice ezildim büzüldüm. Karşımda oturan ikili oralı olmayıp pişkin pişkin kahkahalar eşliğinde, ‘A la dedikodu’ya devam edince suçluluk hissi asabiyete dönüştü. Dün taksi şoförü, bugün ben, yarın iş arkadaşın...
Ne yapmalı ne etmeli?
Şahsen küçük harfler kullanmayı, sesini kontrol edebilmeyi bir ömür beceremeyen biri olarak kafelerde/barlarda özel hususlara girmekten kaçınıyorum. “Ama, özelim bu. Herkes duymak, bilmek zorunda mı?” diyenlere de cevabım net: “Tut iki dakika çeneni, yalnız kaldığında konuş kardeşim.”
H OMG: “Oh my god” (Aman tanrım) lafının kısaltılmış hali.
HWTF: “What the f..k” Terbiyemizin el vermediği bir küfrün kısaltılmış hali.