22.11.2021 - 13:47 | Son Güncellenme:
Görkem Evci I gorkem.evci@milliyet.com.tr
Bir şeyin kopyası, orijinalinden daha iyi olabilir mi? Kopyanın bir değeri var mıdır? Müzede sergilenen bir sanat eserinin ya da tarihî eserin değeri nereden gelir? Bir filmle başlayan bu soruların yanıtı üzerine kafa yorarken kendimi Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanına yeniden göz atıp Şeyh Gâlib ve Roland Barthes’ı hatırlarken buldum.
İran sinemasının önemli isimlerinden Abbas Kiyarüstemi’nin İtalya’da çektiği Copie Conforme (2010), İngiliz bir yazar ile sanat galerisi sahibi bir Fransız’ın tuhaf “aşk” hikâyesini anlatıyor. Bu cümle bir açıdan filmi özetlemek için ideal gibi dururken bir açıdan da neredeyse tamamen yanlış. Zira bu aşk hikâyesini tuhaflaştıran, William Shimell tarafından canlandırılan James Miller isimli yazar karakterinin kitabında tartıştığı fikirlerin filmin tamamına sinmesi ve hatta bu fikirlerin bizzat filmin ana hikâyesine dönüşmesidir.
Kitabının İtalyanca çevirisinin gördüğü ilgi üzerine İtalya’ya gelip bir konuşma yapan Miller, kitabı yazarken tek bir amacı olduğunu söyler; kopyanın kendi içinde değerli olduğunu göstermek. Hatta filmle aynı ismi taşıyan kitabının alt başlığı da “Kopyası Orijinalinden Daha İyi”dir.
Miller’ın da söylediği gibi orijinal kelimesinin kökü, Latince “doğmak” anlamına da gelen “oriri”dir. Ona göre bu durum, her bir insanın aslında “atalarının DNA replikaları” olması nedeniyle anlamlıdır ve kopyanın değerine ilişkin tartışma, insanın kendisini anlaması açısından da faydalı olacaktır.
Orijinal Kopya
Juliette Binoche’un canlandırdığı Elle ile Miller’ın Güney Toscana’da çıktıkları kısa bir yolculuk, onları bir müzede sergilenen “Orijinal Kopya” isimli resme götürür. Roma Dönemi’ne ait olduğu düşünülen bu resmin 18. yüzyılda aslından kopyalandığı yüz yıldan fazla bir süre sergilendikten sonra fark edilmiş fakat eser, müzeden kaldırılmak yerine bu bilgilerle birlikte sergilenmeye devam etmiştir.
Orijinal-kopya, sahte-gerçek meselesi filmde yalnızca sanatsal ve tarihî eserler üzerinden anlatılmaz. Kendimizi birden romantik bir ilişki bağlamında, hakikat ile kurmacanın, orijinal ile kopyanın, taklit ile aslın birbirine karıştığı bir hikâyenin içinde buluruz.
Orijinallik, bir yönüyle “birey”le ilgilidir, biricik olmaya yapılan bir vurgudur. Karşısında da kolektiflik ve anonimlik bulunur. Orhan Pamuk da Benim Adım Kırmızı’da resim ve minyatür üzerinden Doğu ve Batı’yı karşılaştırırken bu meseleyi tartışır. Bu noktada edebiyat eleştirmeni Roland Barthes’ın, kudretli “yazar”ı kurmaca metinlerin merkezinden kaldırıp atması gelir akla. Zira ona göre metni oluşturan kişinin yaptığı şey, parçaları toplumdan bilinçli ya da bilinçsiz olarak alıp düzenlemekten ibarettir. Dolayısı ile orijinal diye bir şey zaten yoktur. Her şey birbirinin kopyasıdır.
Hikâyeye sahip olmak
Peki o halde bir eseri manen ya da maddeten değerli kılan nedir? Hakikî, özgün, biricik olması mı? Öyleyse Orijinal Kopya isimli resim, neden hâlâ müzededir? Neden Elle ile Miller’ın “oyun”u, gerçeğinden bile güzeldir? Bu soruların cevabı olsa olsa “bir hikâyeye sahip olmak” olabilir. Bir şeyi değerli kılan taşıdığı hikâyedir. Herhangi bir müzede bir taş parçasını, birkaç adım sonra sergilenen altın bir kap kadar değerli kılan da budur. Orijinal Kopya da anlatılmaya değer bir hikâyesi olduğu için oradadır. Hem bir eser, bir diğerinden kopyalansa ne çıkar? Şeyh Gâlib, “Çaldımsa da mîrî malı çaldım” diyeli 200 seneyi geçti.