‘‘İnsanlar için kendi beyninin incelenmesinden daha hayati bir araştırma konusu olamaz’’ diyen Nörolog Doktor Ece Balkuv, “Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir?” isimli ilk kitabında insan bilincinin gizemlerine ışık tutuyor. Peki beyninizi ne kadar yakından tanıyorsunuz? Beynin karanlık odalarından küçük bir kısmını da olsa aydınlatmak üzere; bilinçaltının kararlarımızdaki rolü, çocuklukta yaşadığımız deneyimlerin hayatımıza etkisi, rüyalarımızın önemi, hafızayla zeka arasındaki ilişki, hafızayı güçlendirmenin yolları, kadın ve erkek beyni arasındaki farklar, zihin kontrolü, astral seyahat ve çok daha fazlasını Ece Balkuv'la konuştuk. E.B.: Aldığımız kararlarda bilinçaltımızın rolü umduğumuzdan daha yüksek. Umduğumuzdan kelimesini kullanıyorum çünkü bu bilgi ‘özgür irade’ye sahip olduğumuz düşüncesinin gerçek olmadığını gösteriyor. İlk aklıma gelen örneği vermek gerekirse; Fizyolog Benjamin Libet 1971 yılında gerçekleştirdiği bir çalışmasında katılımcıların kafalarına elektrodlar yerleştirerek önlerindeki bir düğmeye basmalarını istediği bir çalışma tasarladı. Sonuçta, katılımcılar daha hangi düğmeye basmaya karar verdiklerinin bilincinde olmadan beyinlerinde elektriksel potansiyel ortaya çıktığı gözlendi. Yani beyinleri, katılımcılar daha karar verdiklerini bilmeden önce kararını vermişti. Çalışma sonuçlarına göre hazır olma potansiyeli denilen sinirsel faaliyet, düğmeye basma kararından önce başlar. Yani karar alınmadan önce, katılımcıların bilinçli olarak herhangi bir düğmeye basmayı seçmelerinden önce, beyinlerindeki bilinçaltı düzeyde bir şeyler olup bitiyor. Zaten zihnimizin çoğu bilinçaltı düzeydedir. Beyin, gerçeklik algısını oluştururken farkında olmadığımız bir sürü bilinçaltı ayarlamalar yapar ve aldığımız her kararda da farkında olmadığımız şeylerden etkilenerek hareket etmemizi sağlar. Pek çok şey de bilinçaltı düzeyde kalır. Beyin, pek çok sıkıntıyı patrona, diğer bir deyişle bilince yansıtmadan çözer. Tüm çatışmaları da bastırır ki bilinçli zihin daha önemli işlerle meşgul olabilsin. Ancak siz beyin anatomisini bozarsanız, her iki beyin yarımküresi arasındaki bağlantıyı keserseniz, beyninizin her iki tarafı da sesini duyurmaya çalışır ve iki elinizin hiç anlaşamadığı, –örneğin- bir elinizle yazı yazarken diğerinin kalemi almayı çalıştığı ‘yabancı el sendromu’nu ortaya çıkarırsınız. Tek bir beyinde iki farklı fikir ve pek çok bilinçaltı mekanizma vardır. Bir örnek vereyim; 1996 yılında, Yale Üniversitesi kaynaklı bir çalışmada bir grup katılımcıya yaşlılığı çağrıştıran kelimeler verip cümle kurmaları istenmiş. Çalışma sona erip katılımcılar odadan çıkarken odayı terk etme süreleri kaydedildiğinde yaşlılıkla ilgili kelimeleri kullanan katılımcıların daha yavaş hareket ettikleri gözlenmiş. Burada ilginç olan şu: Yavaş yürüyen katılımcılar yavaş hareket etmeye karar vermiyorlar ve hatta her zamankinden daha yavaş olduklarının farkında bile değiller. Kararlarımızda bilinçaltımız ve duygularımız söz sahibidir. Karar vermekten bahsetmişken duygulara da değinmek isterim. Duygular karar vermede çok önemli. Örneğin beynimizin duygulardan sorumlu beyin alanı ile mantıklı düşünmeden sorumlu beyin alanı arasındaki bağlantı hasara uğrarsa, günlük hayatta hiç zorlanmadan verdiğimiz en basit kararları bile veremeyiz. Böylesi bir durumdan muzdarip hastalar evden çıkarken ne giyecekleri veya yemekte ne yiyecekleri gibi basit konularda bile karar veremezler. İkinci soruya gelecek olursak bugüne kadar hiçbir çalışmada karar verme konusundaki bilinçaltı mekanizmaların kişiden kişiye değişiklik gösterebileceğine dair bir veri elde edilmemiş. E.B.: Burada ilk olarak John Bowlby’nin bağlanma kuramından bahsetmemiz gerek. Bağlanma kuramı insanların sosyal varlıklar olduklarını kabul eder. Bir kişinin erişkinlikte başka insanlarla kuracağı ilişkinin kalitesi ve diğerlerinden beklentileri, bu kişinin küçüklüğünde annesiyle kuracağı bağlanma ilişkisi ile belirlenir. Anne ve çocuk arasındaki sıcak duygular, özellikle stres halinde annenin sunduğu güven bağlanmayı oluşturur. Biz bebeklikten itibaren annemiz ile yaşadığımız deneyimleri ilerleyen yaşlarda her türle yakın ilişkimizde örnek olarak belirleriz. Bebekliğinde, her ihtiyaç duyduklarında gecikmeden anne ilgisi gören ve güvenli bağlanan bireyler, olumlu birer benlik modeli geliştirirler. Bu nedenle uyku eğitimi gibi popüler yöntemleri biraz tehlikeli buluyorum. Kişinin duygu ve düşüncelerini başkalarına açmaktan, ihtiyaçlarını ifade etmekten çekinmemesi, kolaylıkla ve güvene dayalı yakın ilişkiler kurabilmesi için çocuklukta bu bağlanmanın sağlıklı bir şekilde tamamlanması gerekir. Bu konunun önemiyle ilgili çok trajik bir örnek vermek istiyorum. Romanya Devlet Başkanı Nikolay Çavuşesku, nüfusu ve beraberinde işgücünü artırmak amacıyla 1966’da doğum kontrolünü ve kürtajı yasakladı. Çocuk sayısı beşten az olan ailelere vergi yükümlülükleri getirildi. Doğum oranları böylece birden fırladı. Ancak çocuklarının bakım masraflarını karşılayamayan birçok aile çocuklarını yetimhanelere terk etti. Yaklaşık 20 yıl sonunda yetimhanelere terk edilmiş çocukların sayısı 170.000’i buldu. Küçük çocuklar, fiziki bakımları yapılmasına karşın duygusal ihtiyaçları karşılanmadan büyütüldü. Yakınlık göstermek çocukları daha fazlasına yönlendirir düşüncesiyle bakım verenler çocuklara yakınlık göstermekten imtina ediyordu. Hatta bu konuda talimat alıyorlardı. Yıllar sonra bu çocuklar değerlendirmeye alındıklarında ilk göze çarpanlar zeka gerilikleri ve lisanla ilgili işlevlerde bozulma gibi bariz olumsuzluklar oldu. Keza 1200’lü yıllarda da Roma İmparatoru 2. Frederik’in emriyle bir grup çocuk fiziki ihtiyaçları tamamen karşılanacak şekilde ancak duygusal yakınlıktan ve sözel iletişimden yoksun olarak büyütüldükten yıllar sonra bu çocuklarda da dilsizlik ve erken yaşta ölümler tespit edildi. Son bir deneyden daha bahsetmek istiyorum. Bebeğin anneye bağlılığının annenin besin sağlayıcı olmasına dayandığını ileri süren Freud’cü ve davranışsal anne-bebek bağlanma dogmasını yıkan araştırmacı olarak bilinen Psikolog Harry Harlow 1900’lü yılların başında bir deney tasarladı. Bebek maymunların bir yanına süt veren metalik bir maymun anne, diğer yanına ise süt vermeyen ancak gerçek bir anne gibi yumuşak tüyleri ve sıcaklığı olan pelüş bir oyuncak yerleştirdi. Tüm bebekler pelüşü seçti ve çok acıkmadıkça metalik anneye asla gitmediler. Harlow; ‘İnsanlar sütle yaşayamaz. Sevgi, biberon veya kaşıkla verilemez’ der. Çocuklukta yaşanan duygusal tecrübeler tüm hayatı etkileyecek hatta hayatla ölüm arasındaki yeri belirleyecek kadar gerçek. E.B.: Rüyaların işleviyle ilgili pek çok teori var. Ancak gerçekten ne işe yaradıklarını kesin olarak bilmiyoruz. Sigmund Freud ‘rüyalar bilinçdışına giden kral yoludur’ der. Ona göre rüyalar, bilinçaltı veya iddeki gizli sırların ve gerçeklerin kendini bilinç veya egoya ifade etme yöntemidir. Günümüzde rüyaların, bilinçaltı zihnin rastgele elektriksel sinyaller oluşturması ve bilinçli zihnin de bu rastgele sinirsel ateşlenmelerden bir hikaye uydurması sonucu oluştuğu görüşü hakim. Ancak, muhtemelen rüyaların bir işlevi var. Rüya görmemenin depresyona, bilinç bulanıklığına, anksiyeteye, huzursuzluğa ve konsantrasyon bozukluklarına yol açtığını ortaya koyan çalışmalar mevcut. Bence rüyaların herkesin bu kadar ilgisini çekmesi, sıklıkla yoğun duygu içermeleriyle alakalı. Bunun nedeni ise, uyku esnasında kortikal inhibisyon dediğimiz bilinçaltı zihin üzerindeki baskılanmanın kalkması ve bu sayede beyinde korkunun merkez kabul edilen ‘amigdala’ dahil pek çok alanın ateşlenmesinden kaynaklanıyor. İlginçtir ki; tarihte rüyalarla en çok ilgilenen isimlerden birisi bir fizikçi. 1930’lu yıllarda Tesla rüyaların fotoğrafını çeken bir makine üzerinde çalışıyordu. Zihnimizde oluşan bir görüntünün retinaya yansıdığını varsaydığından bunun fotoğraflanabileceğini iddia ediyordu. Elbette artık rüyalarımızın retinaya yansımadığınızı biliyoruz. Fakat Tesla gibi rüyaları fotoğraflamak isteyenler hala mevcut. Hem de çok daha gerçekçi projelerle. Japonya Kyoto’daki araştırmacılar fonksiyonel MRI denilen ve beynin aktivite gösteren bölgelerini tespit etmeye yarayan bir cihaz vasıtasıyla beynin görme merkezi olan arka kısmındaki, yani bizim V1,V2 ve V3 dediğimiz alandaki aktiviteyi kodlayıp bilgisayar ekranına rüya görüntüsünü aktarmayı başardılar. Şimdilik bu teknolojiyle kişinin gördüğü rüya hakkında çok az bilgi edinebiliyoruz. Örneğin rüyanızda dedenizi görüyorsanız ekranda yanıp sönen yaşlı erkek suratları ortaya çıkıyor. Ancak yakın gelecekte akıcı rüya görüntüleri elde etmek mümkün. E.B.: IQ testi gibi değerlendirmelerde kısa süreli hafızanın belirleyiciliği var. Ancak size çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Tom Cruise ve Dustin Hoffman’ın oynadığı ‘Yağmur Adam’ filminde kendi özbakımını zar zor yapabilen, ayakkabısını bağlamayı bile beceremeyen bir otistik dâhiden bahsediliyordu. İşte o filmin kahramanı Kim Peek’in hafızasında tam 10.000 kitap bulunuyordu. Peek’e rastgele bir kitap seçip rastgele bir sayfa numarası söylediğinizde sayfadaki cümleleri tek bir kelimeyi bile atlamadan ezbere söyleyebiliyor ve ortalama uzunluktaki bir kitabı yaklaşık yarım saatte ezberleyebiliyordu. Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü 2009 yılında bir kalp krizi sonucu 58 yaşında hayatını kaybetti. Yani hafıza tek başına pek çok yeti için tek başına yeterli değil. Uzun süreli hafızanın asıl görevinin geleceği planlama olduğu tahmin ediliyor. Gelecekle ilgili plan yaparken, fonksiyonel MR çalışmalarında insanların hem yüksek kortikal işlev dediğimiz plan yapabilmeden sorumlu alanı hem de hipokampüs dediğimiz hafızanın depolandığı beyin bölgesinin aktive olduğu görülmüş. Yani beyin gelecekteki bir olayın simülasyonunu yaparken, geçmişteki anılarından faydalanıyor. Geleceği planlama becerisinin insanların zeki canlılara dönüşmesinde çok büyük bir etken olduğunu göz önüne alırsak hafızayla zeka arasında bir ilişki olduğu aşikar. Ancak gürültü maruziyetine, çocukluktaki güvenli bağlanmadan eğitime kadar pek çok etmen zekayı belirler. E.B.: Beyin rezerviniz ne kadar iyiyse Alzheimer gibi hastalıklara yakalanma ihtimaliniz o kadar azalır. Bazı kaçınılmaz genetik demans formlarını saymazsak ileri yaşta gelişen Alzheimer’ın önlenmesinde pek çok ‘değiştirebilir etmen’ dediğimiz faktör mevcut. Yalnız anlamadan, konsantre olmadan, iyi bir motivasyonla yapılmayan zihinsel aktivite nöroplastisiteyi yani beynin kendini değiştirme ve güçlendirme kapasitesi üzerinde çok da etkili değil. Alzheimer hastağından korunmak için yapılabilecekler; düzenli egzersiz, Akdeniz tipi beslenme, sigaradan uzak durma, yüksek tansiyon ve kolestrolden uzak durma gibi kalbe iyi gelen her şeyin yanı sıra beyin rezervinin arttırılması için düzenli okuma, yüksek eğitim seviyesine sahip olma, çift anadillilik, ileri yaşta aktif ve yeniliklerle dolu bir hayat tarzı, stres ve depresyondan uzak olmak, sağlıklı sosyal yaşam ve yeterli uyku almaktır. E.B.: Duygularımızı kesin olarak yönetemeyiz. Bunlarda bilinçdışı mekanizmalar ve kontrol edemediğimiz sinirsel ateşlenmelerin sonucu ortaya çıkar. Siz şimdi ‘ben bir daha asla üzülmeyeceğim’ diye bir karar alsanız bu mümkün olamaz. Ancak davranışlarınızı kontrol edebilirsiniz. ‘Ben bir daha üzüldüğümde bağırıp çağırmayacağım’ derseniz bunu pekala gerçekleştirebilirsiniz. E.B.: Kadın ve erkek nörokimyası farklıdır. Erkeklerde testosteron miktarı daha fazladır ve bu sebeple kadın gruplarla karşılaştırıldıklarında daha agresiftirler. Erkeklerde agresyonun pik yaptığı dönem aynı zamanda testosteronun da pik yaptığı ergenlik dönemidir. Hapishanelerdeki kadın mahkumların testosteron oranı suç işlememiş hemcinslerine kıyasla daha yüksek bulunmuştur. Ancak sosyal öğrenmenin de bir etkisi olduğu muhakkak. Cinsel suçlar nedeniyle testosteronu bloke eden kimyasal kastrasyon ajanlarına maruz kalan suçlulardaki cinsel dürtü bozukluğu azalsa dahi agresif davranışta bir azalma gözlenmemiş. Nöroendokrinolog Robert Sapolsky ‘Behavior’ isimli kitabında bir çalışmadan bahseder. Çiftlerden ortak bir proje planlamaları istendiğinde testosteron verilen katılımcıların anlamlı oranda kendi fikirlerine daha bağlı, karşısındakinin fikrini görmezden gelen bir tavır aldığı gözlenmiş. Testosteron, insanları fazla özgüvenli, fazla iyimser, benmerkezci ve narsisistik hale getirme özelliğine sahip. İlginç bir örnek vereyim; aslan dahil pek çok yırtıcı hayvan türünde dişi avlanır, avı getirir ve erkek de yer. Ancak sırtlanlarda durum tam tersi. Sırtlanların dişisi erkeği kadar çok, hatta bazen daha fazla miktarda androjen hormonu içerir. Ve kim avlanır biliyor musunuz? Erkek sırtlan. Avını getirir dişiye teslim eder. Sırtlanlar anaerkil az sayıda hayvan topluluğundan biridir. E.B.: Stres sessiz bir katildir. Pozitif düşünerek, yoga yaparak, ayı selamlayarak, tai chi yaparak, bade süzerek, tek tek basarak veya herhangi bir başka yöntemle stres seviyenizi düşürebiliyorsanız kendiniz için çok iyi bir şey yapıyorsunuz demektir. E.B.: Nörofizyolog Dr. Delgado 1963 yılında parlak matador kostümü içinde vahşi bir boğayla arenaya çıktı. Boğa kendisine doğru hızla koşarken elindeki tek bir düğmeye basarak hayvanı yere serdi. Tam bir çılgın bilim adamı. Uzaktan kumandalı beyin elekrodlarıyla hayvanları kontrol etme üzerine pek çok çalışması var. Bir maymun grubundaki alfa maymunun, yani liderin, kaudat nükleus denilen beyin bölgesine yerleştirdiği elektod sayesinde hayvanı süt dükmüş kediye çevirdiği bir makalesi daha en az bu boğa gösterisi kadar ünlü. Normalde agresif davranışlar gösteren alfa maymun sürünün maymunu olup tüm ayrıcalıkları gruptaki diğerleri tarafından kullanılmaya başlandığında Dr Delgado tekrar bu düğmeye basarak beyine aktivasyon sinyali yollar ve bu sefer alfa maymun en az eskisi kadar agresif hale gelip kendinden sosyal olarak alt seviyedeki maymunlara saldırmaya başlar. Görüyorsunuz ki zihin kontrolü uzak bir hayal değil. Ancak hükümetler gelecek, beynimize çip yerleştirecek, özgürlüğümüz gidecek distopyalarını abartılı buluyorum. Bu teknolojileri kötü kalpli uzaylılar bize zorla dayatmıyor. Grubun aleyhine olan hiçbir yeniliğin yaygın olarak uygulanamayacağı kanaatindeyim. E.B.: Bu soruya net bir cevap mümkün. Astral seyahat hikayesi gizemini büyük ölçüde yitirdi. Daha yaygın tabirle ‘ölüme yakın deneyim’ veya ‘beden dışı deneyim’ olarak adlandırılan bu fenomen ‘The Lancet’te 2001 yılında yayınlanan bir makale sonrası tıp dünyasında popülerlik kazanmaya başladı. Aslında ölüme yakın deneyim ilk olarak 18. yüzyılda bir Fransız olan Dr. Pierre Jean du Moncheaux tarafından rapor edilmiş. Ancak o zamanlar ne oluyor pek anlaşılmamış tabii. Halbuki günümüzde beyin dolaşımı kontrollü olarak azaltılarak bu deneyimi suni olarak yaratmak dahi mümkün. Suni ve spontan olarak bu fenomeni yaşayan insanlar hep benzer tecrübeler aktarıyor: Sesler duyma, hoş hisler, bedenin dışına çıkma duygusu veya kendilerini başka bir dünyada gibi hissetme... Bu fenomenin nedeni vücudun bir çeşit uyku evresine girmesi hali. Uyku esnasında kaslarımız geçici olarak felce uğrar ki rüyadaki hareketlerimizi gerçek hayatta yapmayalım. Aynı mekanizmanın ölüme yakın deneyim sırasında da ortaya çıktığı ve ölü olma hissini kuvvetlendirdiğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Bunun bir diğer kanıtıysa uyku paralizisinin, diğer bir deyişle uykudaki felç halinin uyanınca devam etmesi durumunun, yahut halk dilindeki adıyla karabasanların, ölüme yakın deneyim yaşayan insanlarda daha sık görülmesi. Uykudan uyanıklığa geçerken yaşanan bilinç durumlarını beynimiz otomatik olarak ayarlar. Ancak bazen hata yapar ve uyanıklıkla REM uykusu birbirine girer. Uyanırız ama REM uykusu felci devam eder. İşte karabasan ve ölüme yakın deneyimlerin altındaki mekanizma budur. Dr. Olaf Blanke hastalarında beyin elektrodu vasıtasıyla dört dörtlük beden dışı deneyimler yaratabiliyor. Ayrıca Olafke’nin ilginç bir hipotezi de var. Sürekli takip edildiğini düşünen pek çok insan yanlış bir şekilde paranoid tanısı alırken takip edilme hezeyanının arkasında aslında pozisyon duyusu anomalisi olabileceği ve kişinin bu bozukluk nedeniyle kendini hem vücudunda hem de farklı bir yerde hissedip sürekli arkasında biri geziniyormuş algısı yaşadığını ifade ediyor. Dr. Olafke beyin elektrodu vasıtasıyla arkasında biri olduğu hissini oluşturabildiğini de rapor etmişti. Son olarak meşhur ucunda ışık olan tünel görme fenomeninden de bahsedeyim. Beyne az oksijen gelmesi halinde beyin görme alanından tasarrufa gider ama görme alanının en hayati bölgesi olan merkezi görmeyi korur. Görme alanının ortası parlak kalmaya devam ederken etrafı kararır ve tünel görme ilüzyonu ortaya çıkar.