Size gördüğümüz fotoğrafı anlatamam. Ölenlerin çoğu 40’ın altında. Her mezar, çiçek ve mektuplarla kaplı. Yeşil gözlü bir oğlan, saymaya başlıyor; ‘Ben dayımı, amcamı, yeğenimi, abimi kaybettim. Soma’nın yetim bıraktığı yüzlerce yetim çocuk var. Köyün yüzde 95’i madenci çünkü’
Deli zeytinler ve çamlar, gelincik ve katırtırnakları arasından kıvrılıyor yol. Burnumda yaban kekiğinin keskin kokusu, Bahar patlamış.
İşte bu güzelim patikalara koyulup ölüm-madenlerine giriyor Soma’nın genç erkekleri. Her sabah evlerinden çıkarlarken aileleriyle helalleşiyor, al yanaklı kızlarını ve oğullarını öpüyor ve giriyorlar karanlığa, bilinmeze. Mecburiyetten iniyorlar oraya, mecburiyetten gidiyorlar parti mitinglerine; başka bir seçenekleri mi var?
10 yaşındaki çocuklar madenci olacağım diyor. Başka bir gerçek yok onlara. Tarımı bitmiş, oysa 15 sene öncesinde bile buralarda tütün yetişirmiş, hayvancılık varmış. Bu verimli topraklardan ne çıkmaz ki? Ama hayır.
Sistemin modern kölelere ihtiyacı var. Günde 50 lira için (ki 1 Mayıs gibi bayramlarda 30’a düşüyormuş) gayri-insani şartlarda çalışacaklar ki muktedir cebini doldursun. Kârıyla övünsün. Al gülüm, ver gülüm, bu insanlar ise sadece istatistik onlara. Aslında başbakanımız Victorya çağına gönderme yapmakta haklı: 1860’ların standartlarında çalışıyor madencilerimiz. Ve bir katliam olana kadar biz onları bilmiyoruz, görmüyoruz, duymuyoruz.
Yavuz Bingöl ve diğer arkadaşlarla köy köy dolaşıyoruz. Buradaki insanların gözlerindeki acıyı, köylerin üzerindeki derin sessizliği tarif etmek imkansız.
‘Dualarınızı istiyoruz’
Yavuz Bingöl ve diğer arkadaşlarla köy köy dolaşıyoruz. Önce Bayat köyüne uğruyoruz. Ailenin erkekleriyle bir çember içinde, buruk bir sessizlikle oturuyoruz. Derken, Süleyman ve İsmail Çata adlı ikizlerin annesi Sevim hanım geliyor. Yanına sokulup “başınız sağ olsun” der demez bana sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Sadece analar böyle ağlayabilir, o da bir kadın onların elini tutunca. Onlara sarılınca. İnsan düşünmeden edemiyor, yurtdışı seyahatlerinde görmeye alışık olduğumuz devlet büyüklerimizin eşleri ve kızları nerede? Balkonlarda onları maaile görüyoruz, özellikle böyle günlerde kadınların kadınlara ihtiyaç vardır, neden hiç birisi yok? Bu kadınların yanında olmak çok mı zor?
Yanımızda 2.5 yaşındaki Buse ve Sude yanımızda oynarlarken Sevim anne, “Oğullarımı birlikte evlendirdim ve birlikte gömdüm” diyor. Süleyman, Soma’dan çıkmış olmasına rağmen kardeşini kurtarmak için geri gitmiş. Onları, birbirlerine sarılmış vaziyette buluyorlar. Gelinleriyle mezarlığa gidiyoruz. Bize, “Sizden sadece dualarınızı istiyoruz” diyorlar. Karanfiller serpip dua ediyoruz.
Bayat’tan Soma kabristanına uğruyoruz. Size gördüğümüz fotoğrafı anlatamam. Ölenlerin çoğu 40’ın altında. Her mezar, çiçek ve mektuplarla kaplı. İbrahim Etem Çal, çocuk eliyle “Babama mektubum” diye bir mektup yazmış mesela: “Baba, sen bizi bırakıp gittin ama son ceketinin cebindeki 2 lirayı ve çakmağını, tarağını bulduk onları sakladık. Kıyafetlerini yoksul insanlara verdik.” Mezarlıkla bir madenci bizi görünce, etrafındakilere haykırmaya başlıyor: “Korkmayın, niye korkuyorsunuz ki, daha ne yapacaklar?” Ama çoğu insan, tekrar o madenlere inecek. O yüzden susuyorlar.
Elmadere’ye doğru gidiyoruz. Köye girer girmez çocuklar etrafımızı çeviriyor. Yeşil gözlü bir oğlan, saymaya başlıyor; ben dayımı, amcamı, yeğenimi, abimi kaybettim. Soma’nın yetim bıraktığı yüzlerce yetim çocuk var. Köyün yüzde 95’i madenci. Birkaç tanesiyle “gerçekleri” konuşuyoruz. Burada hiç bir şeyin medyada lanse edildiği gibi olmadığını anlıyoruz.
Unutmamamız lazım
Soma’da çalışan madenciler, ölü sayısının doğru olmadığını ısrarla söylüyor. Bana verdikleri defin sayıları, resmi rakamlarla örtüşmüyor. Denetim müsameresi de başka bir rezalet: Denetimci aşağıya bile inmiyormuş. Gelince, girişe yakın bir yer allanıp pullanıyor, masalar seriliyor, işçiler burada yemek yiyor deniliyor. Oysa, onlara ne yemek veriliyor, ne de yiyecek yer. Kendi yemeklerini götürüyorlar ve çoğu kez aç kalıyorlar çünkü yemek, kömür tozu ve çamurla kaplanıyor. Aşağıda tuvalet de yokmuş. Vardiya bitene kadar beklemeniz gerekiyor. Peki, bir daha girecek misiniz diye soruyorum. Abisini kaybeden biri, “asla” diyor. Arkadaşlarını çıkartan diğerleri, “kredi borçları...”
Diğer köylerde çocukların ellerine tutuşturulmuş yeni oyuncaklar var ama bu sarp köye kimse uğramamış. Köyün doktoruyla konuşuyorum. Burası Alevi köyü olduğu için pek kimsenin yardım etmediğini söylüyor.
Eşini kaybeden Fatma, yetkililere ses çıkartan nadir şahıslardan biri. O da, “Ben zor ayakta duruyorum ama siz misafirimsiniz. Biz düştük, bizi tutun.” Herkes perişan. Sürekli, “Zahmet ettiniz de geldiniz” lafını işitmek o kadar ağrıma gidiyor ki. Ne yapacak bu çocuklar, na-tamam evler, bu kadınlar? Bilinmiyor. Bilinen tek şey, bu insanlara başka meslekler sunulmadan, tarımı, hayvancılığı desteklemeden, ILO gibi sözleşmeleri imzalayıp teoriyi pratiğe geçirmeden erkekler madenlere, kadınlar ucu delik bir beklemeye mahkum. Bu kaderleri değil, sadece beyefendilerin onlara çok gördüğü hayat. Köyden ayrılırken bir çocuk: “Biz sizi hiç unutmayacağız ama siz bizi unutacaksınız” diyor. Unutmayacağız. Unutmamamız lazım. Yoksa bu trajediyi tekrar tekrar yaşayacağız.