İlk geyikli bahçeler vardı. Duvarlarla örülü.
Aristokratlar, şehir hayatının kir ve kömüründen kaçıp parklarında avlanır, kral ve prensler pastoral sergüzeştleri için buralara kaçardı.
Zamanla bu bahçeler bir statü sembolü oldu.
İngilizler, fazla terbiye edilmemiş yeşilleri yeğlediler. İnsan eli değmiş ama değmemiş süsü verilmiş bahçe inşa ettiler.
Fransızlar, işi her zamanki gibi abarttı.
Versailles, bir mücevher gibi işlendi, park parklıktan çıkıp bir heykel müzesine, labirentler diyarına döndürüldü.
İtalyanlara gelince, onlar en muzip tanrı ve meleklerini, en güzel ve korkunç canavarlarını bu parklara diktiler ki parkın, doğa gibi, hem anaç hem tehlikeli, hem hayat verici hem günah getirici bir elma olduğu bilinsin.
***
Sanayi devrimiyle birlikte, parklara ihtiyaç duyuldu. 16 yy’dan itibaren özel bahçelerin duvarları indirilip halka açık parklara dönüştürüldü. Kralların ve kiliselerin mera ve mülkleri yavaş yavaş kamuya vakfedildi. Şehirler planlanırken, her yere parklar serpiştirildi ki taşlaşan şehrin çocukları için oyun alanı, robot gibi çalışan vatandaşları için nefes alma noktası bulunsun. Sevil’de 1574 La Alameda inşa edildi. Londra’daki Regent’s Park günümüzdeki pek çok parkın ilham perisi oldu. Bir süre sonra, zengin muktedirler, kendilerine villa inşa ettireceklerine şehirlerine güzellik bırakmayı tercih etti. Liverpool’daki Prens parkı, hayırsever bir demir tüccarı tarafından 1843 yılında yaptırıldı mesela. Bugün, Londra dünyanın en yeşil şehirlerinden biri olması tesadüf değil. Şehrin %40’ı yeşil alan, yüzlerce park ve bahçe ile bezeli, 30 bine yakın Londralı belediyelerinden toprak kiralayıp kendi nebatını yetiştiriyor. Şehrin göbeğinde 17 tane çiftlik, sadece park gezmek için o şehre giden insanlar var.
***
Buna nispet, bizde bir park bile savaş meselesi haline geliyor. Gezi belki sadece üç beş ağaç değildi ama ağaçla başladı ve en büyük kazanımlardan biri de bu ağaç ve park aşkının depreşmesi oldu. Kaçımız Gezi’den önce bir parka gidip bankında oturuyor, şehrin etrafındaki numunelik yeşilliklerden yararlanıyorduk? Bugün, ben ve arkadaşlarım parklarda buluşmaya başladık, değerini geç de olsa anladık. Oysa İstanbul 1970’lerde bile ne ferah bir şehirmiş. Bahçe ve bostanları çokça, mezarlıkları bile piknik ve oyun alanı olarak kullanılınca Batılı gezginleri şaşırtırmış. Sayfiye yerleri olan kasırlar, Gülhane gibi halka sonradan açılan diyarlar, sosyal hayatın önemli bir parçasıymış. (Yoksa hanımefendi mendilini nereye atacak?) Günümüzde bağ/bahçelerden geriye sadece isimleri kaldı. Vişne ve cevizler, içi boşalmış bir işaret olarak sokak tabelalarına asılı.
***
World Cities Culture Forum’un araştırmasına göre Singapur’un %47’si, Sidney’in %46’sı yeşil alan. Buna mukabil biz burada da sınıfta kalarak listenin sonunda yer alıyoruz. İstanbul’un sadece %1.5’i yeşil alan. Evet, belli mevsimlerde güzel bir makyajı var şehrimizin. Rengârenk laleler pek yakışıyor yol aralarında kalan küçük adalara. Gel gör ki artık şehrin tek oksijen kaynağı olan Kuzey Ormanları sinsice talan ediliyor, üçüncü köprü için katledilen milyonlarca ağacın yukarıdan fotoğrafını bile çekmemiz yasak. Çocukların oyun yeri asfalt üstü, milletin piknik yeri otoban eteği. Dalan döneminden kalma parklar var Boğaz kıyısında, bu kadar yıldır bunun üstüne bir şey eklenmiş değil. Aksine, Belgrad bile oyuluyor. Kuran-ı Kerim’in yeşile verilen ehemmiyet bir tarafa itilmiş, tek yeşil aşkı, dolarınki. Ve hâlâ yol edebiyatı yapılıyor. Hâlâ kalkınma mitosu pompalanıyor. Nefes alamaz hale gelince, şehrin gettolaşmış beton ormanlarında vahşileşeceğiz, susuz kalınca ısıracağız, korkmaz mısınız? Ama vizyonsuzluk böyle bir şey. Geriye parfümlü parklarla, dantel gibi eserlerle değil, görgüsüz, dev cami ve AVM’lerle kalacaklar. Bakışı darlaşmış, tahammül sınırı sıfırlanmış bir millete park gerek, nefes gerek, vaaz değil.