Kadıköy’deki Fauna son derece iddiasız bir yer. Ama İbrahim Tuna’nın yaptığı yemekleri tadınca insan kendini Paris’te Michelin yıldızlı bir lokantada sanıyor
Sade. Yalın. Mükemmelliyetçi. Detaylara önem veren. Malzeme kalitesinden taviz vermeyen.Yediğim iki güzel yemeğin üstünden bir ay falan geçtikten sonra aklıma gelen sıfat ve kelimeler bunlar.
Bu yazıyı yazarken karnım tok olmasına rağmen bile ağzım sulanıyor. Ama daha önemlisi, yüzüm gülüyor. İçim güzel duygularla kaplanıyor. Umut ve iyimserlik gibi.
Geçen hafta, yeme-içme dünyamızdaki bazı trendleri değerlendirdiğim zaman oldukça karamsar bir yazı yazmıştım.
Ama her trend karşıtını yaratır, yaratıyor. Diyalektik dedikleri herhalde bu olmalı.
Ülkemizde lokantalarda genel trend en ucuz malzemeyi kullanma, her şeyde kolaya kaçma, devasa lokantalar açma, mutfağa önem verecek yerde bol palavra sıkma ve reklam için para harcama yönünde olabilir.
Mönü daha çok İtalyan hamur işleri ağırlıklı
Sonra İbrahim Tuna bey gibi biri çıkıyor.
Kadıköy-Moda’da sadece dört masalı bir lokanta açıyor. Mutfak lokanta kadar büyük. Pırıl pırıl. Hijyene önem verildiği belli.
İbrahim bey yemek pişirirken müşteri ile göz göze geliyor. Görünümünden ne kadar titiz ve temiz bir insan olduğu belli. Fazla konuşkan değil. Daha çok eve çağırdığı yakın dostlarını ağırlamak isteyen bir ev sahibi gibi.
Günün spesiyaliteleri karatahtada yazılı. Daha çok İtalyan hamur işleri ağırlıklı.
Ama salatalar ve zeytinyağlılar Türk.
Bir gün zeytinyağlı kabak fırın veya “Z” kabak fırın ısmarlıyorsunuz. Başka bir gün ise bir patlıcan salata.
Daha ilk lokmada tat alma duyunuz alarma geçiyor. Sanki unutulmuş lezzetleri yeniden keşfediyorsunuz. Karmaşık değil bu yemekler. Basit. Patlıcan salata ince kızartılmış ve kurutulmuş ekmek üzerinde. Arada süzme yoğurt tabakası. Azıcık sarmısak ve zeytinyağı. Mis gibi bostan patlıcanı közde pişmiş. Yanında taze sıkılmış zeytinyağı kokan bir salata.
Kabak ise ince ince kesilmiş kabak, domates ve kırmızı biber dilimlerinden ibaret. Yanında da yoğurt, roka ve parmesan.
Bazı şeyler dikkatinizi çekiyor. Malzeme sayısı her öğünde sınırlı. Ama kullanılan her malzeme hem tek başına türünün en iyisi hem de bileşim güzel. Hiçbir eleman geri planda kalmıyor. Tek bir yıldız oyuncu yok, herkes yıldız ama önemli olan bütün.
Sonra başka detaylar dikkatinizi çekiyor.
Örneğin salata tabağı başkalarının yaptığı gibi önceden hazırlanıp konserve mısırla ve sosla falan harmanlanmadan gelmemiş. Belli ki İbrahim bey Avrupa kültürü almış, bizdeki lokantacıların yüzde 99,9’unun aksine salata nasıl yapılır biliyor.
Kullanılan zeytinyağı olağanüstü. Ayrıca aynı zeytinyağından masada da var ama fazla eklemek gereksiz.
Sonra tuz ve biber öğütücüsü. Gerçek deniz tuzu ve tane karabiber. Kullanılan öğütücü dünyanın en iyisi. Alman WMF. Öğüten mekanizması paslanmayan cinsten.
Sanki Paris’te Michelin yıldızlı bir lokanta.
İbrahim beyin öyle bir iddiası yok tabii. Kendi deyimiyle basit hamur işleri yapıyor.
Basit ama sağlıklı ve lezzetli. Örneğin hamur işleri irmikten yapılıyor. Hiçbir yemek yağ çekmiyor. Yağ yakılmıyor.
Ayrıca İtalyan tekniği kullanılıyor ama İtalyan hamur işleri kopya edilmiyor. Tersine, ülkemizde bulunan malzemelere uyduruluyor.
Örneğin tulum, ceviz ve adaçaylı ravyoli. Kebapçıya gittiğimizde yemeğe puf ekmek eşliğinde tulum ve ceviz ile başlamaz mıyız? Neden aynı bileşim İtalyan hamur işinde uygulanmasın?
Ya da ülkemiz peynirleri ile yapılan dört peynirli ravyoli. Mozarella var ama hellim, lor ve sepet peyniri de var.
Hamur taze açılmış. İkisinin de lezzeti nefis.