Berlinale’de boy gösteren “Rauf”, şiddet unsurlarına yer vermeyen, aksine aşkın peşinde savaş karşıtı bir film. “Rauf”la güncel arasında paralellik kuran yapımcılar, “Film, dağın bir seçenek olmaktan çıkması için yol gösteriyor” diyor
Dünyanın en prestijli festivallerinden, 66. Berlin Film Festivali sona erdi. Berlinale’de, ‘Generation Kplus’ kategorisinde yarışan, Barış Kaya ve Sonar Caner’in yönettiği, ‘Rauf’, Kristal Ayı’yı alamadı belki ama eleştirmenlerden ve festival izleyicisinden tam not aldı. Büyük laflar etmeden, minimal öğelerle büyük bir hikayeyi anlatan film, en iyi savaş karşıtı film olarak gösterildi. Film dokuz festivale davet edildi.
Yapımcılığını Aslan Film’in üstlendiği ‘Rauf’ bir çocuktan alıyor adını. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteklediği film, mermer sektöründe Surmer şirketiyle tanınan kardeş iki işadamının yapımcılığında çekildi. İşadamı kardeşler Aslan Filmi kurarak sektöre adım atmışlar. Aslan Film Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Kızılaslan filmi nisan ayında gösterime sokmayı planladıklarını söylüyor. Uğur ve Selman Kızılaslan hem filmi anlattı hem de sinema/dizi sektörüne bakışlarını...
Kırmızıyla beyazı karıştırmak
- Filmin konusunu anlatır mısınız?
Uğur Kızılaslan: Rauf, 11 yaşında, Kars’ta, dünyanın unuttuğu küçük bir köyde yaşıyor. Çocuğun okuldan alınıp bir marangozun yanına çırak olarak verilmesiyle ve ustasının, kendisinden 10 yaş büyük kızına aşık olmasıyla başlıyor.
Kızın aradığı pembe bir yazma var. Kız babasından, Kars’a indiğinde pembe yazma getirmesini istiyor. Çocuk pembe rengini bilmiyor, pembeyi kızla, aşkla özdeşleştiriyor. Ama o gri hayatında, o karanlık ortam içerisinde hiç pembeyi tanımamış. Çocuk bir gün Kars’a kaz satmaya gidiyor. Pazara uğruyor, pembe yazma soruyor, dalga geçiyorlar, pembeyle ne işimiz olur diye. Pembe yazma bulamıyor, oyuncakçıya gidiyor pembe bebek soruyor, ki pembe rengini tanısın. “Sarı buğday rengidir, mavi gök rengidir, kırmızı kan rengidir, pembe ne renktir” diye soruyor. Pembe yok, tüm ana renkler var, onlar hayatın rengi gibi ama pembe fantastik, biraz daha hayalgücü gerektiren bir renk. Kırmızı ile beyazı karıştırmak lazım.
-Pembe rengi tanıyor sonunda...
Selman Kızılaslan: Kars’ın bir dağında pembe çiçekler açıyor. Sevdiği kızın öldüğü gün, tabut gelirken pembeyi tanıyor. Kızın dağa çıktığını ve öldüğünü öğreniyoruz. Film Güneydoğu’da yaşananları bir çocuğun gözünden büyük laflar etmeden, hayal dünyasının öğeleriyle anlatıyor.
Film bana biraz, Guillermo del Torro’nun, ‘Pan’ın Labirenti’ni hatırlatıyor. Orada İspanya iç savaşı yaşanmakta ama çocuk bu çatışma, gerilim, şiddet korkularını hayal dünyası ile yaşıyor. Rauf da bir aşkta yaşıyor. Bu gerilimin, şiddetin verdiği, çocuklarda yol açtığı geleceğe yönelik umutsuzluğu görüyoruz. Ve o sonsuzluk hissi, kışın hiç bitmeyeceğini, o dağların hiç geçilmeyeceğini sanıyorsunuz. Bir gelecek göremiyor, çizemiyorsunuz. Çocuk bunlardan kurtulmak için bir aşk yaratıyor kafasında ve onun simgesi de pembe rengi. O rengi bulduğunda her şeye kavuşacağını sanıyor.
O ümitsizliği işleyen bir film. Aslında sorunun oradaki insanlara bir ümit verilememesinden kaynaklandığını hissediyorsunuz. Gelecek çizememe asıl temel korku bu, hayatın renklerinden haberdar olmama durumu. Bir siyah, bir beyaz ve gri var. Başka hiçbir şey yok o coğrafyada.
Gençler ‘yok oluyor’
- Tam da bugünlerde böyle bir süreçten geçiyoruz...
Uğur: Bundan birkaç yıl önce açılım süreci vardı. Ümitlerimiz artmıştı geleceğe yönelik. Fakat yaşadığımız deneyimler, siyasi bir çözüm bulmanın o kadar da kolay olmadığını gösterdi. İşin siyasi yanına girmeden pragmatik tarafından bakılırsa insanlara başka renkler de gösterebilmenin, başka bir gelecek çizebilmenin gerekliliğine inanıyorum. İşin şiddet tarafı bir gün bitecek. Ama bir daha bunlar yaşanmasın istiyorsak, bir gelecek inşa edilme umudunu, iradesini diri tutmalıyız. Filme dönersek gençlerin üç seçenekleri var o köyde. Ya büyük şehre gidiyor, o kalabalık içerisinde kayboluyor, ya askere gidiyor, bazıları da dağa çıkıyor. Genç insan yok köyde, çok zor film beğenmesiyle ünlü sinema yazarı Dan Fainaru, Screen dergisinde yayınlanan övgü dolu eleştirisinde, en çok bundan bahsetti. Filmde genç insan göremiyorsunuz. Ya çocuk görüyorsunuz ya da yaşlı. Herkes birbirine soruyor, bu nereye gitti, şehre gitti. O nereye gitti askere gitti. Bu nereye gitti, o dağa gitmiş. İnsanlar niye dağa çıkar? İşte bu film dağa çıkmanın bir seçenek olmaktan çıkması için bir yol gösteriyor. Yeni bir seçenek, bir gelecek ümidi veriyor.
- Neden bu filmin yapımcısı oldunuz?
Selman: Bundan 30 yıl sonra da izlenecek bir film bu. Bu açıdan Türkiye’nin bir sorununa işaret eden, bunu bir çocuk naifliği ile ele alan, temelde aşkı anlatan bir film. Bunun parçası olmak istedik. Filmi hayata geçiren Barış Kaya ve Soner Caner aynı zamanda ‘Nefes Vatan Sağ Olsun’da yardımcı yönetmenlik, görüntü yönetmenliği yaptı. Nefes, Güneydoğu’da bir dağ karakolunda görev alan bir asker grubunun yaşadığı sıkıntıyı anlatır. Rauf’un yönetmenleri askerin yaşadığı sıkıntıyı da, oradaki halkın yaşadığı sıkıntıyı da biliyorlar. Sorunun iki tarafına da hakimler.
- Coğrafyadan dolayı çekimlerde zorluklar yaşandı mı?
Selman:Yaşanmadı. Kültür Bakanlığı bu filmi destekledi. Bu anahtar oldu aslında. Onların verdiği bir evrak var. Bu belge gösterildiğinde, kar dahi olsa karayolları o yolu hemen açıyor. Çekimlerde aksama olmadı, valilik, emniyet müdürlüğü her türlü desteği sağladı.
Dr. House’u Türkleştiriyorlar- TV projeniz var mı?
Uğur: TV’de yapımlarımızın olması için çalışmalara başladık. Dr. House, Frasier, Wonder Years’ın adaptasyon haklarını aldık. Kanallarla görüşmelerimiz sürüyor. Senaryoları Türkçeleştirmekten ziyade Türkleştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
- Wonders Years ne zaman adapte edilecek?
Selman: 14 yaşındaki bir çocuğun gözünden aile ilişkilerini anlatıyor. 70’li yılların Amerika’sı aynen bugünün Türkiye’sine benziyor. Toplumda, Vietnam ekseninde bir kutuplaşma var. Orta sınıfın yükseldiği bir dönem, bizde de şu anda olduğu gibi. Bu çalkantılı dönüm içerisinde bir çocuk büyüyor. İlk defa aşkı tanıyor. Gözünde çok kahramanlaştırdığı babasını işyerinde patronundan fırça yerken görüyor. Abisi tam bir üç kağıtçı. Abla hippi oluyor, sürekli babasıyla çatışma halinde. Dozunda bir mizahi anlayışla çok naif bir gözle her ailede görebileceğimiz şekilde sorunları işliyor. Bu tür işlerin uzun vadeli gelecekleri olduğunu düşünüyorum. Kanallarla görüşüyoruz. Yeni bir içerik olacağı için yaz sezonunda denenmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum.
- Dizilerde trendin ne yöne kaydığını düşünüyorsunuz?
Uğur: Bu işe baktığınızda temel 7 hikayenin olduğunu görürsünüz: Canavarı yenmek, bir anda zenginleşmek, bir keşif yapmak, seyahat ve geri dönüş hikayesi, trajedi (aşk) ve de komedi var. Bu 7 hikaye dışında dünyada hikaye yok. Jaws da bunun içinde, Spartaküs de buna girer. Ama burada önemli olan trendi yakalamak. Ben artık TV’lerde izleyiciyi iyi hissettiren işlere döneceğini düşünüyorum trendin.
- Düşüncenize dayanak oluşturan parametreler ne?
Etrafımızda çok şiddet, korku var. TV’yi açıyoruz, şehit haberleri, bombalar patlıyor. Suriye’de dram, mülteci krizleri, denizde boğulan insanlar. Üstüne insanlar çok kutuplaştı. Normalde hayat çok sert olmaya başladı zaten ve bana göre bunu taşımakta zorlanıyorlar artık. Dönüp dizilere baktığınızda orada da silah, gerilim, çatışma, entrika var. Perdede bunu görmek istemeyecekler bir süre sonra. Hayatın biraz da iyi yanlarını, aile sıcaklığını, naif işleri görmek isteyecekler. Bakın işte, ‘Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ dizisi. Öyle bir formül yaptılar ki, aile olgusunu eklediler.
- Sadece erkek işi olmasın diye mi?
Tabii ki. İşin içinde aile olmazsa seyredilmiyor. Oradaki gelin ve kayınvalide rolü çok önemli. TV izleyicisi temelde kadındır.
Kadın ve aile bölümünü ‘Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz’dan çıkarın, dizi bu kadar başarılı olamazdı.