Tahran’ın ayak sürümesiyle İstanbul’da gerçekleşip gerçekleşmeyeceği başta tartışma konusu olan, ancak sonunda 15 Nisan’da gerçekleşen toplantının, İran’ın nükleer programı konusunda yürütülen müzakereler açısından “bir dönüm noktası” olduğu söyleniyor şimdi.
Bazı şeyler sıcağı sıcağına görünmezken, ortam yatıştıktan sonra daha iyi görülüyor. Meselenin odağında, tarafların İstanbul’da diplomasiyle ağırlık verme yönünde irade sergilemiş olmalarının ve müzakerelere Bağdat’ta devam etmek için anlaşmalarının yattığı belirtiliyor.
İstanbul toplantıdan sonra İran’ın da zaten “meydan okuyucu” değil, uzlaşmacı bir tavır sergilemeye başlaması dikkat çekiyor. Bunun arkasında, Batılı diplomatların savunduğu gibi, İran’a karşı uygulanan ambargonun acıtmaya başlaması mı, yoksa İran tarafının savunduğu gibi, Batı’nın İran’a karşı daha saygılı davranmaya başlaması mı yatıyor belli değil.
Aslında bu pek de önemli değil. Önemli olan diplomasinin ön plana çıkmış olmasıdır. Türkiye’de yapılan bir toplantının bu açıdan “dönüm noktası” olarak nitelendirilmesi de Ankara açısından elbette ki olumlu bir gelişmedir. Ancak bu konudaki tespiti doğru koymak gerekiyor.
“Türkiye İstanbul toplantısında oyun kurucu” değildi, sadece “ortam sağlayıcıydı.” “Oyun kurucu” zaten olamazdı zira müzakereler İran ile “P5+1” diye adlandırılan ve BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi artı Almanya’dan oluşan grup arasında yürütülüyor.
Buna rağmen Türkiye’nin “ortam sağlayıcı” olmasını azımsamamak gerekiyor. Bu aslında Ankara’nın şu anda, özellikle de Ortadoğu’da, fakat aynı zamanda Kafkaslar ve Balkanlar açısından da oynayabileceği en iyi roldür. Türkiye bu açıdan “bölgenin Finlandiya’sı” veya “Norveç’i” olabilir.
Başka bir ifadeyle, bölgesel ihtilaflarda tarafsız kalması şartıyla Türkiye, önemli bir ülke olarak, zorlu uluslararası müzakereleri kolaylaştıran ve tıkanmış diplomatik çözüm yollarının önünü açacak ortamları sağlayan bir ülke olabilir.
Bu rolün öneminin önümüzdeki dönemde azalmayacağını, aksine daha da arttıracağını gösteren işaretler de var. Washington’daki resmi çevrelerinin ABD basınına son günlerde söylediklerine bakılacak olursa, bölgede İran-İsrail eksenli bir çatışma olasılılığı da zaten, özellikle İstanbul toplantısından sonra, bir hayli azalmış.
İstanbul toplantısına şimdi “dönüm noktası” diye işaret ediliyor olması da bundan kaynaklanıyor. Örneğin, New York Times gazetesinde önceki gün konuyla ilgili olarak yer alan haberde, “ABD’nin İran’a dönük düşünce tarzının İstanbul toplantısından sonra değişmeye başladığı” belirtiliyordu.
Bölgede çatışma olasılığını azaltan diğer başlıca faktör ise İsrail ile ilgili. İsrail’de askeri ve istihbarat camiasının önde gelen isimleri, basına peş peşe verdikleri demeçlerde, İran’a karşı bir operasyonun sakıncalarına vurgu yaparak işaret etmeye başladılar. Bunun şahinlerden oluşan sivil iktidar üzerinde “yatıştırıcı rol oynadığı” belirtiliyor.
Bu gelişmeler savaş söyleminin önümüzdeki dönemde yerini diplomasiye bırakabileceğini gösteriyor. İstanbul’dan sonraki ilk toplantı Bağdat’ta yapılacak. O toplantıdan bir sonuç çıkmazsa gerginlik ortamına dönme riski tabii ki var. Bu olasılığı kimse gözden çıkarmıyor.
Ancak, mevcut uzlaşmacı süreç devam ederse, müzakereler için uygun ortamı sağlayan etkin ve önemli bölgesel ülkelere gerek duyulacağı aşikâr. Türkiye’ye bu açıdan önemli görevler düşmesi olasılığı yüksek.
Ancak, tekrar etmekte yarar var. Türkiye İran müzakerelerinde oyun kurucu değildir. Brezilya ile birlikte bu konuda iki yıl önce gerçekleştirdiği girişim de zaten hüsranla sonuçlandı.
Bölgedeki siyasi ve diplomatik dinamikleri “yönetme” sevdasının yarardan çok zarar sağlama olasılığı ise daha yüksektir.
Sonuçta Türkiye’nin yapabilecekleri olduğu gibi yapamayacakları da var. Ankara’nın yapabileceklerine ağırlık vermesi çok daha mantıklıdır.