Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Genel görüntüye baktığımızda, Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgili önemli siyasi ve diplomatik süreçlerin dışında kalmaya başladığına dair bir kanaate varmak mümkün. Konuştuğumuz diplomatik kaynaklar bunu ilk etapta Ankara’nın bölgedeki çatışmalarda taraf haline gelmiş olmasına bağlıyorlar.
Daha da net konuştuklarında, Türkiye’nin bölgede artan mezhep ayrışmasında tercihlerini Sünnilerden yana koymaya başladığını belirtiyorlar. Doğru veya yanlış olsun, diplomatların bugünlerde başkentlerine geçtikleri kriptolarda bu temayı sık sık işlediklerini, kendileriyle yaptığımız görüşmelerde sordukları sorulardan çıkarıyoruz.
Oysa Türkiye’nin birkaç yıl öncesine kadar dünya açısından en önemli özelliği Ortadoğu’da, İsrail dahil, tüm taraflarla konuşabiliyor olmasıydı. Ankara’yı önemli bir arabulucu olma potansiyeline sahip bir ülke yapan en önemli faktör de buydu. Ancak Türkiye bu özelliğini koruyamadı.
Bugün ise bölgede artık ne olumlu anlamda “oyun kurabilen,” ne de “arabulucu” olabilen bir ülke görüntüsü veriyor. Suriye örneğinde görüldüğü gibi, sadece Ortadoğu’daki gelişmelerden yansıyan olumsuzluklara karşı kendisini korumaya çalışan ve bunun için de NATO ve BM’ye güvenen ülke durumuna düşmüş bulunuyor.
Oysa demokratik ve laik özelliği ile öne çıkan ve herkesle konuşabilen bir Türkiye tam bugünlerde kendisini hissettirebilmeliydi. Çünkü kaynamaya devam eden Ortadoğu’nun bu özelliklere sahip olan güçlü bir bölgesel ülkeye ihtiyacı azalmıyor, aksine artıyor.
Lübnan’da yayımlanan “Daily Star” gazetesinin önemli yazarlarından Rami G. Khouri, 31 Mart tarihli yazısında, Arap dünyasında üç konuda yıllarca devam edecek olan siyasi güç mücadelesi başladığını belirtti. Bunları ise şu şekilde sıraladı:
- Askeri ve sivil otorite arasındaki mücadele
- İslamcılarla laikler arasındaki mücadele
- Etnik ve kabile aidiyeti ile ulusal kimlik arasındaki mücadele
Bu liste Türkiye açısından hiç de yabancı değil elbette. Bu eksenlerdeki çatışmalar günümüz Türkiye’sinde bile devam ediyor. Ancak Türkiye, çoğu kez kavga ve dövüşle olsa da, bu konularda yine de çok ciddi ilerlemeler sağlamış olan bir ülkedir.
Askeri ve sivil otorite arasındaki mücadelede gelinen nokta ortada. Türkiye bugün geçmişteki askeri darbelerin hesabını soran bir ülkedir ve bunun önemi hiçbir şekilde yadsınamaz. İslamcılarla laikler arasındaki mücadele ise hızlanmış bir şekilde devam ediyor.
Ancak, Türkiye’nin heterojen sosyolojik yapısı düşünüldüğünde, bu konuda da ne “anti demokratik Jakoben laiklerin,” ne de “şeriat özlemiyle yaşayan köktendincilerin” mutlak anlamda kazanma şansları yok. Bu açıdan “demokratik orta yolun” önemi de zaten gün geçtikçe belirginleşiyor.
“Etnik ve kabile aidiyeti ile ulusal kimlik arasındaki mücadeleye” gelince, Türkiye’nin, yıllarca ihmal edilmiş olan ve yanlış politikalarla daha da derinleştirilmiş bulunan Kürt sorununa eskiye oranla çok daha gerçekçi bir açıdan yaklaştığı aşikâr.
Burada yanlış anlaşılmak istemeyiz. Türkiye’nin bu kalemlerin hiçbirinde sorunlarını henüz tam anlamıyla çözdüğünü iddia edemeyiz. Ancak, ülke gerçeklerini hesaba katan çözüm arayışlarında gelinmiş olan noktalar da azımsanamaz. Sorunları tespit etmek ise her zaman çözümleri bulmanın zorunlu ilk adımıdır.
Türkiye’nin bu çabaları aynı zamanda Ortadoğu açısından da büyük önem taşıyor.
Zira, Khouri’nin yazısından da anlaşılacağı gibi, bunların hepsi aynı zamanda Arap ülkelerinin er veya geç yüzleşip çözmek zorunda oldukları sorunlardır.
İşte bu yüzden, bölgesel diplomatik ve siyasi süreçlerin dışında kalmaya başlamış olsa da, Türkiye’nin Ortadoğu için önemi yine de artıyor. Sonuçta, bu ihtiyacı bugün duymasalar da, bu ülkelerin eninde sonunda yapıcı bir rol modeline ihtiyaçları olacak.
Ancak bu rolü layıkıyla oynayabilmesinin önkoşulu, Türkiye’nin her şeyden önce bölgedeki sonu gelmeyecek olan çatışmalarda taraf olmaktan vazgeçmesidir. Aksi takdirde Ortadoğu’daki yapıcı katkılarının önü iyice kesilecektir.