Burada Ermeni meselesinin insani boyutuna girmeyeceğiz. Can Dündar dünkü yazısında buna anlamlı bir şekilde değinmiş zaten. Burada işin siyasi boyutuna bakacağız. Bu çerçevede de Fransız meclisinde yarın, “akıl tutulması” mı, yoksa “akılcılık” mı ön planda olacak göreceğiz. Ancak gelen haberler iyi değil.
Fransa tabii ki bu konuda yaratacağı emsal ile kendisi için de bir dizi sorun yaratmış olacak. Fakat bu durumun Cumhurbaşkanı Sarkozy’yi fazla endişelendirmediği anlaşılıyor. Bu da burada vurgulamak istediğimiz iki yanılgıdan ilkine getiriyor bizi.
Hükümet ile muhalefetin Sarkozy değerlendirmeleri bizce temel bir hataya dayanıyor. Ermeni soykırımının inkârını cezalandırmayı öngören tasarıyı destekleyen Sarkozy’nin “oy avcılığı” yaptığı belirtiliyor. Bu bir yere kadar doğrudur elbette.
Ancak Sarkozy’nin daha derin nedenlerle hareket ettiğini düşünenlerdeniz. Özetle kendisinin, nefret ettiğini bugüne kadar gizlemediği Türkiye’ye karşı bir misyonu var. Söz konusu tasarıya da bu yüzden destek veriyor. Bu belki Fransa’nın çıkarlarına zarar verebilir, ama kendisi açısından bir maliyeti yok.
Dolu mu boş mu göreceğiz
Sonuçta, Ermeni asıllı Fransızların oyları yeniden cumhurbaşkanı seçilmesini kolaylaştıracaksa, o zaman zaten doğrudan kazançlı çıkacak. Fakat bu desteğe rağmen seçimi kaybederse, bu durumda da Türkiye’ye tarihi bir gol atmış olmanın hazzı ile sahneden çekilecek.
Bunu yaparken de kuşkusuz, Türkiye’nin olası misillemelerinden, sadece dünyanın en zengin ülkelerinden biri değil, aynı zamanda Avrupa’nın siyasi ve ekonomik lokomotif güçlerinden olan Fransa’nın göreceği zararın “göze alınabilir” olduğunu hesaplıyor. Fransız iş âlemi farklı düşünse de Sarkozy’nin bu konudaki inadı bunu gösteriyor.
“Türkiye’nin olası misillemeleri” dedik çünkü Ankara’dan yansıyan tehdit dolu ifadelere rağmen hükümetin Fransa’ya gerçekten “acı” verip veremeyeceği bile kesin değil bu aşamada. Sarkozy de bunu biliyor. Sonuçta ekonomi öyle bir şey ki, bir ülkeye bu yoldan zarar vereyim derken kendinize de zarar verme olasılığınız yüksektir.
Sadece otomotiv sektörünü alırsak, Ankara’nın bu sektördeki Fransız şirketlerine karşı alacağı tedbirlerin Türkiye’de kaç bin kişinin işine mal olacağını görmek için ekonomist olmak gerekmiyor. Özetle Ermeni tasarısının kabul edilmesiyle birlikte Ankara’dan Fransa’ya dönük tehditlerin “dolu” mu, yoksa “boş” mu olduğunu da görmüş olacağız.
Buradan Türkiye’nin ikinci temel hatasına geçmek istiyoruz. Hükümet Fransa aleyhindeki kampanyasını “Avrupa’nın göbeğinde düşünce özgürlüğüne zincir vurulmaya çalışılıyor” argümanına oturtuyor. Buna bakan bir Fransızın, Franz Kafka romanlarını akla getirmemesi mümkün değil.
Kafka romanlarını aratmaz
Fransa’nın “Ermeni soykırımı olmadı” diyenleri cezalandırmaya kalkması elbette ki düşünce özgürlüğüne aykırı. Ancak, Ankara’nın söylemine bakacak olursanız, Türkiye’nin fikir özgürlüğü açısından “dünyaya örnek bir ülke olduğunu” düşünmeniz gerekiyor, oysa gerçek durum ortada.
Türkiye’de de 1915’te olanlar hakkında hoşa gitmeyen sözler sarf eden Hrant Dink’in, Orhan Pamuk’un veya Elif Şafak’ın nasıl cezalandırılmaya çalışıldıkları ise ne Paris’te ne de diğer Batılı başkentlerde unutulmuştur. Ermeni meselesi hakkında söylediğiniz şeylerin savcıları hâlâ harekete geçirebildiği de ayrı bir gerçektir.
Bu durumda Fransa’yı, “düşünce özgürlüğü” kaleminden vurmaya çalışmak, dediğimiz gibi, Kafka romanlarını aratmayacak bir yaklaşımdır. Türkiye’nin fikir özgürlüğü konusundaki karnesi farklı olsaydı Ankara’nın bu yaklaşımı tabii ki geçerli olurdu. Ancak mevcut durumda, Fransa’ya bu açıdan söyleyebileceğimiz inandırıcı bir şey ne yazık ki yok.
Peki, ne yapılabilir? Bizce Dersim meselesi gibi Ermeni meselesi açısından da fikir özgürlüğünün kapıları sonuna kadar açılmalı ve 1915’te yaşananlara siyasi değil insani açıdan yaklaşılmalı. Bu en azından bundan sonrası için yararlı olabilir. Zira konu yakında ABD Kongresi’nde de hortlatılmaya çalışılacak.