Ortadoğu’da ve özellikle de Suriye’de yaşananlar Ankara’nın arzuladığı yönde gelişmedi. Hükümete genelde destek veren Mehmet Barlas’ın bile belirttiği gibi, “Bundan sonra Suriye’ye ilişkin gelişmelerde kimin ne yapacağını tahmin etmeye çalışırken, uluslararası siyasetin gerçeklerini hiç unutmamamız gerekiyor. Türkiye Amerika gibi global ölçekte bir süper güç değil.”
Açıkçası, Ankara’nın elinde Suriye’deki siyasi senaryonun AKP’nin arzularına göre şekillenmesini sağlayacak güç yok. Suriye tarafından Türkiye’ye gelen birkaç kurşundan sonra Başbakan Erdoğan’ın NATO’yu göreve çağırmasını da gerçekçi bir zemine oturtmak gerekiyor.
Diplomatik kaynaklara göre, NATO antlaşmasının “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” ilkesini içeren 5’inci maddesi için gerekli koşullar da zaten henüz ortada yok. Kaldı ki, bu madde işletilse bile, bunun amacı Türkiye’nin sınırlarını korumak olacaktır.
Sunni - Şii fay hattında gerilim
Özetle, Erdoğan’ın çağrısı bazılarında NATO’nun Suriye’ye karşı operasyon düzenlemesi ve gerekirse Şam’a kadar gidip Esad’ı yerinden etmesi beklentisine yol açtıysa, bu gerçekçi değil. Suriye’ye askeri müdahale konusunda, Türkiye dışında, hiçbir müttefik ülkede heves de yok zaten.
Buna sinik bir “Suriye’de petrol olsaydı farklı olurdu” açıklaması getirmek mümkün elbette. Fakat bu işin kolayına kaçmaktır, zira Suriye’ye müdahaleyi zorlaştıran temel faktör bu değil. Bunu zorlaştıran esas faktör Suriye’nin hem “Doğu-Batı fay hattındaki,” hem de “Sünni-Şii fay hattındaki” stratejik konumudur.
Başbakan Erdoğan nasıl İsrail’in İran’a müdahalesinin bölge için felaket olacağını söylüyorsa, bizim görebildiğimiz kadar diplomatik gözlemcilerin ağırlıklı bölümü de, Suriye’ye karşı yapılacak bir dış müdahalenin bölgeyi karıştıracağına inanıyor.
Arap milliyetçiliğini azımsamak
Türkiye’nin böyle bir müdahaleye dâhil olması veya Suriye’ye tek başına müdahale etmesinin ise bölgede hassas bir damara basacağı kesin. Erdoğan, Çin gezisi çerçevesinde yaptığı açıklamalarda, “Esad’ın meseleyi çok farklı bir zemine kaydırmak istediğini” belirterek şöyle konuşmuş:
“Bunu (İranlı) dini lidere de söyledim. ‘Bu savaş Arap milliyetçileriyle İslamcılar arasındaki savaştır.’ Bakın Beşar böyle diyor. Bu tabloya bir değerlendirme yapmadılar. Esad olayı farklı bir yere çekerek, güya Arap Ligi’ni dağıtmaya çalışacak.”
Erdoğan’ın sözlerinden “Arap milliyetçiliğine” dönük bir azımsama hissediliyor. Fakat Esad’ın milliyetçiliği kullanması için gerekli tarihi ve siyasi zemin fazlasıyla var. Arap milliyetçiliğinin azımsanamayacağını en iyi bilmesi gereken ülkelerin başındaysa Türkiye geliyor.
Ancak, gelin görün ki, bırakın “sokaktaki adamı,” bugün Suriye konusunda fikir yürüten birçok kişi bile, hem Şam’daki, hem de Beyrut’taki “Şehitler Meydanı”nın adını nereden aldığını ve 6 Mayıs 1916’nın bu ülkelerde her yıl neden anıldığını ya bilmezler ya da üzerinde durmak istemezler.
Burada tarihe girecek değiliz. İlgilenenlere araştırmaları için yeterince ipucu verdik. Fakat araştırırken Arap milliyetçiliğinin öncülüğünü yapan “Al Ahd” ve “Al Fatat” gibi örgütlerin zamanında kime karşı kurulduğuna da bakmak isteyebilirler.
Üç sınırdaşla ilişkiler zedelendi
Şu anda, iyi veya kötü, Suriye için yürüyen tek diplomatik süreç Annan Planı’dır. Ateş gerçekten kesilir ve göreli bir güvenlik ortamı sağlanabilirse, bundan sokaktaki Suriyelilerin de memnun olacağını gösteren belirtiler var.
Sonuçta muhaliflerin Esad ile baş edemeyecekleri, bu arada uluslararası camianın da askeri açıdan Esad’a karşı harekete geçmeyeceği artık kesinleşti. Özetle Esad oyunu tilki kurnazlığı ile oynadı. Türkiye’nin Doğu’daki üç sınırdaş ülkeyle ilişkileri ise bu süreçte zedelendi.
Bu durumda, Ankara’nın bölgesel ilişkiler açısından sadece bir yıl öncesine kadar geçerli olan “büyük vizyonunun” zora girdiğini görmekten ayrıca, Mehmet Barlas’ın dediği gibi, henüz “global ölçekte bir süper güç olmadığımızı” kabul etmekten ve ona göre hareket etmekten başka bir seçenek kalmıyor.