Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin Türkiye’ye yönelttiği ve Ankara’yı kızdıran ithamlarını, bölgedeki gelişmelerden bağımsız olarak görmek mümkün değil. Türkiye’nin, Şii Maliki tarafından “terörist” olmakla suçlanan Sunni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el Haşimi’ye arka çıkmasının etkisi burada elbette ki gözardı edilemez.
Aynı şekilde, özellikle petrol paylaşımı konusunda Bağdat ile arası giderek açılan Irak’taki Kürt yönetimiyle Türkiye arasında gelişen ekonomik ve siyasi ilişkilerin etkisi de yadsınamaz. Ancak bölgede gelişmekte olan mezhep ayrışmasının, Maliki’nin Irak’ta temsil ettiği kesimlerle Türkiye arasında artan gerginliği besleyen ana kaynaklardan biri olduğu da inkar edilemez.

Batı için sorun değil
Daha önce bu sütunda belirttiğimiz gibi, Ortadoğu ile yakından ilgili olan Batılı diplomatik kaynaklar arasında bile Türkiye’nin bu fay hattında ağırlığını Sunni ülkeler, rejimler ve kesimlerden yana koyduğuna dair bir algı gelişmiş durumda.
Ancak, bunun Batı açısından çok da büyük bir sorun yarattığı söylenemez.
Genel görüntüye bakıldığında başta ABD olmak üzere, Batı’nın -demokratik olsunlar veya olmasınlar- ağırlıklı olarak Sünni rejimlerden yana, Rusya’nın ise Şii rejimlerden yana bir tavır sergilediği görülüyor. Özetle, bölgedeki mezhepsel soğuk savaşın aynı zamanda küresel düzeydeki yeni soğuk savaşın taraflarını da belirlemeye başladığını söyleyebiliriz.

Kilit oyuncuların önemi
Bunların bölgeye demokrasinin gelmesiyle elbette ki bir ilgisi yok. Bölgede şu anda halklardan ziyade rejimler bazında görülen siyasi dinamiklerin temelindeyse, demokrasi arayışından çok, stratejik çıkar mücadelesinin yattığı giderek netleşiyor.
Bu nedenle, demokrasi ile uzaktan yakından ilgisi olmayan Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler, demokrasi ve insan hakları konularında, sadece Batı’nın değil, Türkiye’nin de herhangi bir eleştirisine maruz kalmadan, askeri açıdan bu yeni soğuk savaşın Batı yanlısı kilit oyuncuları olabiliyorlar.
Bu açıdan bakıldığında, Başbakan Erdoğan’ın önceki gün Katar’da aralarında bulunduğum bir grup yazar ile yaptığı söyleşideki bazı sözleri dikkat çekiciydi. Bunların başında, Ankara’nın Suriye konusunda NATO’nun devreye girmesi için çaba gösterdiğini ortaya koyan açıklamaları geliyor.

İran not etmiştir
Erdoğan’ın, Türkiye-Suriye sınırının güvenliğinden söz ederken, bunun aynı zamanda, kolektif savunma ilkesi üzerine kurulu olan NATO’nun da sınırları olduğunu söylemesi özellikle dikkat çekti. Zira Erdoğan’ın bu sözü sadece Türk-Suriye sınırı için değil, aynı zamanda Türk-Irak ve Türk-İran sınırları için de geçerli.
Tahran’ın, NATO şemsiyesi altındaki füze kalkanının radarlarının Türkiye’de bulunmasına gösterdiği tepki düşünüldüğünde, Erdoğan’ın bu sözünün İran tarafından altı çizilerek not edildiğini tahmin etmek güç değil.
Türkiye’nin NATO’yu Suriye konusunda harekete geçirmeye çalışıyor olmasının ne Tahran’ı, ne Maliki hükümetini, ne de Hizbullah gibi bölgenin Şii örgütlenmelerini memnun ettiğini tahmin etmek de güç değil.

Konum netleşiyor
Bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin hem bölgesel açıdan hem de küresel açıdan hangi dünyaya ait olduğunu da giderek netleştiriyor. Erdoğan’ın sözleri aynı zamanda, Ankara’nın yarım asırdan uzun bir zamandır mensubu olduğu Batılı kolektif savunma yapılanmasından vazgeçmeye razı olmadığını da ortaya koyuyor.
Ortadoğu’nun siyasi açıdan son dönemde iyice belirginleşen kaygan zemini düşünüldüğünde, Türkiye’nin kolektif savunma ihtiyaçlarının da zaten önümüzdeki dönemde azalmayacağını, aksine artacağını söyleyebiliriz. Batının, özellikle enerji konusunda bölgeye dönük ilgisi de yakın bir zamanda azalmayacağına göre, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı da buna paralel olarak artıyor.

Herkes memnun mu?
Arap Baharı ile doğan umutlar bölgenin acı gerçekleri ışığında beklenmedik mecralara yönelmeye başladı. Adımlarını buna uydurmaya çalışan Türkiye de, sınır güvenliğini geleneksel yapılanmalarda arıyor. Ancak bölgede herkesin bundan memnun olmadığı görülüyor.