İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in PKK için kullandığı, “dağda silahla, şehirde kalemle mücadele ediyor” şeklindeki sözleri düşünce özgürlüğü açısından dehşet vericidir. Ancak, Şahin’in “psikolojik” ve “bilimsel terör” hakkındaki sözleri “ileri demokrasi” iddiasında olan bir hükümet açısından ne kadar talihsiz ise, kendisine ülke içinden yöneltilen eleştiriler de Türkiye açısından o kadar sevindiricidir.
Bu eleştiriler aynı zamanda, demokrasi ile i lgili temel bir gerçeği tekrar gözler önüne seriyor. Demokrasilerin sağlıklı bir şekilde ilerlemesini, siyasi çıkar uğruna bu konuda güzel sözler sarf eden, ancak icraata gelince ayak süren hükümetler garanti edemez. Bunu garanti eden eninde sonunda bağımsız medyanın, ayrıca ilgili sivil toplum örgütlerinin kararlı duruşlarıdır.
Hiç kimse kusura bakmasın, fakat AKP iktidarı, bırakın “ileri demokrasiyi” iş ciddiye bindiğinde Şahin gibiler sayesinde “alelade demokrasinin” dahi garantisi olamayacağını gösteriyor.
Bunun tersi doğru olsaydı, İçişleri Bakanı şiiri, makaleyi, hatta resmi “terör suçu” kapsamına alan bir söylemde bulunduğunda, ilk tepkinin hükümetin en üst kademesinden gelmesi gerekirdi. Bu olmadığı gibi, hükümetin bu konuda tutarlı dahi olmadığı da böylece ortaya çıkmış oldu.
Zira, Şahin’in söz konusu sözleri sarf ettiği sıralarda, hükümetin kilit konumdaki bir diğer bakanı olan Beşir Atalay kalkıp, düşünce özgürlüğünün önündeki tüm engelleri kaldırmayı vaat edebiliyordu. Oysa hükümette herkesin siyasi rüzgâra göre farklı telden çalması, düşünce özgürlüğü konusunda tutarlı bir yaklaşımdan söz etmenin mümkün olmadığını gösteriyor.
Düşünce özgürlüğü meselesi de zaten Türkiye’nin “Aşil topuğuna” dönüşmüş bulunuyor. Hükümet “ileri demokrasi” veya “düşünce özgürlüğü” dedikçe hem Batı’dan, hem bugünkü Ortadoğu’dan bakanlar, haklı olarak, “o zaman bu kadar gazetecinin hapiste işi ne?” diye soruyorlar.
Fransız diplomatı olsaydınız!
Bu arada Şahin’in sözlerinin, Türkiye hakkında her yıl “İlerleme Raporu” hazırlayan AB ile bu konularla ilgili olan uluslararası kuruluşlar tarafından anında not edildiğini söylemeye aslında gerek dahi yok. Bu arada işin dış politikamız açısından da dehşet verici bir boyutu var. Şu anda Fransa’yı “düşünce özgürlüğü” üzerinden gece gündüz vuruyoruz. Bazıları ise adını yeni öğrendikleri Voltaire’den söz edip, ateizmin babalarından olan bu Fransız yazara atfedilen “düşüncelerinden nefret etsem de bunları dile getirme hakkın için ölürüm” lafını tekrarlayıp duruyorlar.
Bu durumda, Ankara’da bir Fransız diplomatı olsaydınız, Şahin’in sözlerini anında Paris’e uçurmaz mıydınız? Elbette ki bunu yapardınız. Zaten yapmasaydınız işinizi de yapmamış olurdunuz. Özetle, hükümet Fransa’ya karşı düşünce özgürlüğü kartını hararetli bir şekilde kullanmaya devam ederse, Paris’ten gelecek yanıtları tahmin etmek güç değil.
AKP artık öyle bir havaya veya Ertuğrul Özkök’ün ifadesiyle “kibre” kapıldı ki, kendi tutarsızlıklarını dahi göremiyor. Ancak hem iç politikadaki, hem dış politikadaki açmazları da günden güne giderek daha fazla sırıtıyor. AKP’nin kendisi için yaratmaya çalıştığı olumlu imaj ile fiili durum arasındaki uçurum da böylece büyüyor.
Demokrasi gebelik gibidir
Hükümet üyeleri şimdi sürekli olarak Türkiye için, ileri demokrasiye yaraşır ve özgürlükleri teminat altına olacak olan bir anayasanın gereğinden söz ediyorlar. Hepsi güzel de, İdris Şahin gibi düşünenleri kilit konumlara getirmiş olan ve görüşleri demokrasi anlayışı ile yakından uzaktan ilgisi olmayan bu kişileri yerlerinde tutmaya devam eden bir hükümet bunu nasıl başaracak, işte bu belli değil.
Bu yazdıklarımıza kızıp, “Ne yani, teröre prim mi verelim?” diye basit bakış açısıyla çıkışacak olanlar tabii ki olacaktır. Onlara “basit” yanıtımız ise şudur: “O zaman ‘ileri demokrasi’yi bırakın, alelade demokrasiyle bile ne işimiz var?” Sonuçta demokrasi gebelik gibidir. “Yarım” veya “kısmi demokrasi” olamaz. “Alaturka demokrasi” ise gerçek demokrasi değildir.
Düzeltme:
Son yazımda Ermenistan ile imzalanan “Cenevre Protokolleri”nden söz ediyorum. Oysa doğrusu “Zürich Protokolleri”dir.