Başbakan Erdoğan’ın Türkiye hakkındaki kararını artık vermesi için AB’ye yaptığı çağrı Batılı diplomatik çevrelerde not edildi. Bu çıkış, Türkiye’nin özellikle AB’ye, genellikle de Batı’ya karşı duyduğu hayal kırıklığı ile kızgınlık karışımı hislerin bir yansıması olarak algılandı. Bu varsayımda kuşkusuz bir doğruluk payı da var.
Hal böyle iken Çin Başbakanı Ven Ciabao’nun hafta içinde Türkiye’ye yaptığı ziyaretin hükumeti memnun etmesi doğal sayılmalı. Başbakan Erdoğan’ın AB’ye dönük sözleri ışığında, Ankara’nın bu ziyaretle Batı’ya “Türkiye alternatifsiz değil” mesajını verdiği aşikar.
Ciabao’nun ziyareti çerçevesinde ticaret hacminin 17 milyar dolardan 50 milyar dolara çıkarılması ve alışverişin de TL ve Çin para birimi olan Yuan üzerinden yapılmasının kararlaştırılması da bu açıdan önemliydi.
Ancak burada uluslararası ilişkilerin iki temel kuralını anımsamakta da yarar var.
İlki, her devlet önce kendi çıkarını kollar. İkincisi ise bu ilişkilerde duygusallığa yer yoktur. Çin de her devlet gibi önce kendi çıkarını kolluyor.
Unutmamak lazım ki Ciabao Türkiye ziyaretinden önce, bir haftalık Avrupa turu çerçevesinde, Yunanistan’daydı ve oradayken de önemli anlaşmalar imzaladı. O kadar ki, Yunanistan da ekonomik krizden çıkışının daha kolay olacağına inanıyor şimdi.
Sözünü ettiğimiz iki temel kural Türkiye açısından da geçerli tabii. Filistin konusunda dünyayı ayağa kaldıran hükümetin, Uygur Türkleri nedeniyle Pekin yönetimini ciddi bir şekilde eleştirmesi söz konusu değil. Neden? Çünkü Ankara burada gerçekçi davranıp duygusallığa kaptırmıyor kendisini. Önce kendi çıkarını kolluyor.
Öte yandan Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın Çin ile gelişen ticari ilişkilerden duyduğu memnuniyete rağmen, iş aleminde bunun Türkiye açısından ne kadar hayırlı olacağını sorgulayanların olduğu da unutulmamalı. Sonuçta her iki ülke üretim ülkesidir ve bu açıdan bir noktadan sonra birbirlerine rakiptirler.
Kısacası Batı’ya kızıp “Çin gibi alternatiflerimiz var” demek riskli bir iş. Kaldı ki Çin’in bugün ABD ve Avrupa ile Türkiye’ye oranla çok daha derin ekonomik ilişkileri var.
Öte yandan, Çin dünya ekonomisini güdebilen bir ekonomik dev iken, Türkiye hala kırılganlığı olan orta ayar bir ekonomiye sahiptir. Bu nedenle, Çin ile yakın ekonomik ilişkiler bir yerde, uluslararası ticaretin kurallarını fazla tanımayan bir dev ile yatağa girmekle eşdeğerdir.
“Devlerle dans” ise her zaman istenen sonuçları vermiyor. Burada da örnek olarak Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev’in Kıbrıs Rum kesimine, ( veya kendi ifadesiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’ne”) hafta içinde yaptığı ziyarete işaret edebiliriz. Bu ziyaret Rusya ve Rum kesimi için bir ilki teşkil ederken, Ankara’yı epey rahatsız etti.
Nedeni ise sadece Medvedev’in Rum kesimi ile imzaladığı “stratejik” ekonomik anlaşmalar değil. BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinden olan Rusya bu ziyaretle Rum kesimine, üstelik Kıbrıs görüşmelerinin hassas bir aşamasında, çok büyük bir moral destek aşılamış oldu. Bunu da zaten Rum basınında görmek mümkün.
Bu gelişme de kuşkusuz Türkiye’de, Batı’dan vazgeçip Rusya ile ilişkilerimizi derinleştirmeyi salık verenler açısından bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Fakat Rusya da burada ilk etapta kendi çıkarlarını kolluyor. Kaldı ki Moskova’nın Rum kesimi ile yakın ilişkileri zaten uzun zamandır biliniyordu.
Türkiye, ekonomisi büyüyen ve bu arada dış politikası geleneksel eksenlerden kayıp yeni ve dikkat çekici yönelişlere giren bir ülke olsa da, küresel dengelerin olumsuz etkilerinden kendisini tecrit edebilecek durumda değil.
Bu dengelerin içi içe girdiği bir dünyada Avrupa’ya “Türkiye hakkındaki kararını artık ver” demenin de bir anlamı yok. Sonuçta karşımızda böyle bir karar alabilecek “yekpare” bir da Avrupa yok zaten.
Onun için Erdoğan’ın biraz da popülist olan bu çıkışı sadece içerde belli bir siyasi etki yaratabilir, o kadar.