Başörtüsü tartışılırken gece gündüz televizyonlarda tanık olduğumuz ve sonu gelmeyen gevezeliğin işin özüne girdiğini pek göremiyoruz. Kimse, “mesele başın örtülü veya açık olması değil, mesele eğitim düzeyi ve Türk kadının toplumdaki yeri sorunudur” demiyor.
Tartışmalar genelde “başörtüsü gerilik alametidir, başı açık olanlar ise çağdaştır” şeklinde ilerliyor. Yani mesele yüzeysel ve sığ bir şekilde ele alınıyor. Fakat Türkiye’de başı örtülü olan herkes gerçekten “geri” mi? Başı açık olan herkse de gerçekten “ileri” mı?
Bunlar sorgulanmadığı gibi, ister tarlada, ister banka veznesinde çalışsın, Türk kadının genelde çektiği zorluklara girilmek de istenmiyor. İşin garip yanı, başı açık ve başı örtülü kadınlar bile ortak sorunlarında birleşemiyorlar. Bu sorunları göz ardı ederek sığ tartışmalara katılıyorlar.
Burada kendilerini “kurtarmış olan” Türk kadınlarından söz etmiyoruz tabii. Sonuçta İpek Çalışlar’ın şahane bir şekilde bize yeniden tanıttığı Latife Hanım veya Halide Edip gibi örnekler geçmişte çıkmıştır, bugün de çıkıyor, yarın da çıkacaktır.
Fakat günlük yaşamımızda bile, bu kadınların sayısının genel nüfus içinde ne kadar az olduğunu görüyoruz. Sevgili Duygu Asena’yı anacak olursak Türkiye’de kadının adı gerçekten yok. İstisnalar ise kuralı bozmuyor.
Başörtüsü ile kadınların kişiliksiz kılınarak ikinci sınıf bir konuma itildikleri savını kabul etsek bile - ki bunda bir doğruluk payı var bizce geriye yine de “laik kesimi” ilgilendiren ve sorulması gereken önemli sorular kalıyor.
Örneğin, sözde “uygar” olan ve hayat tarzları itibariyle “Batılı” görünen “laik kesimlerde” bile Türk kadını eşit ve birinci sınıf bir insan olarak yaşayabiliyor mu?
Namus cinayeti ilkelliği sadece kadınlarının baş örtülü olduğu İslami kesimlere mi ait? Geri kalmışlığı yansıtan bir “erkeklik” kavramını en büyük meziyetlerden sayan bir toplumun kadınları hür olabilir mi?
Gerçek şu ki, aile içi şiddet, namus cinayetleri ve ırza geçme gibi olaylarda “laik yasaların” bile erkeklere gösterdiği tolerans; meslek hayatında kadınlara uygulanan ayrımcılık; üreme ve cinsel tercih konularında kadınların bedenleri üzerindeki söz haklarının sınırlı olması gibi hususları irdelemek, bizde kendilerini “modern” sayanların da keyfini kaçıran konulardır.
Bugün, “çağdaş” görünen Türk kadınlarımız bile kolay kolay, “ben evlenmeyeceğim, meslek sahibi olacağım” veya, “koca istemiyorum, sadece çocuk istiyorum,” veya “psikolojik baskılara dayanamıyorum artık boşanacağım” diyebilecek konumda değiller. Bu gibi hallerde, “cemaat” olmasa bile, “cemiyet” ve dolayısıyla “aile baskısı” devreye giriyor.
Sonuçta, “Erkek üstün” toplumda kendisini boyalı bebeğe çevirip bir “cinsel meta” haline getirmeye teşvik edilen bir kız, cemaat baskısıyla baş örtüsü takmaya zorlanıp kendisini bir “dinsel meta” haline getiren kız kadar “kurban” değil mi?
Ona sorsanız tabii ki değil. Aksine “kendi hür iradeleriyle modern ve çağdaş olmayı seçtiğini” söyleyecektir. Fakat üniversiteye gitmek isteyen başı örtülü kız da “kendi hür iradesiyle örtündüğünü” söylüyor. Her iki halde “hür irade” devredeyse o zaman bunlardan hangisi gerçekten hür?
Cemiyet baskısı, pop kültürü ile reklam bombardımanı ve güzellikten başka her şeyin teşhir edildiği yarışmalarının etkisi altına kalan genç kız mı hür? Yoksa, CNN Türk’te gördüğümüz gibi, arkasında “kızların başlarını açtıranlar günah işliyor ve cezalarını çekecekler” diyen az gelişmiş babası dururken, “kendi kararım” diyerek baş örtüsü ile ilkokulun kapısını zorlayan kız çocuğu mu hür?
Kim ne derse desin, biz Türkiye’de baş örtüsünü tartışmıyoruz. Bir sürü gevezelik ile cehaletimizi ve geri kalmışlığımızı yansıtıyoruz. Bu da dindar veya dinsiz olmakla değil, toplumun eğitim düzeyi ile ilgili olan bir şey. Çağdaş, hür, nesnel, gerçek anlamda laik olan ve insan haklarına odaklanan bir eğitim sistemi geliştirmeden de bu sorun çözülemez.
Nitekim, hepimizin tanık olduğu gibi, çözülemiyor.