Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Son dönemde yıldızları parlayan yeni nesil gazeteciler arasında Milliyet’ten Nedim Şener ve Taraf’tan Mehmet Baransu da var. Yazdıkları haberler fena halde “zülfüyâre dokunuyor.” İyi de oluyor. Çünkü ortaya çıkardıkları gerçekler, sözde “devlet aklı” ile hareket eden bazı beyinlerin akla, mantığa ve toplumsal gelişmeye karşı direncini de sergiliyor.
Basın özgürlüğünün hayati önemi de böylece görülüyor. Başbakan Erdoğan da, Baransu’nun “balyoz” etkisi yaratan son haberinden dolayı herhalde çok memnundur. Fakat bu Erdoğan’ın “basın özgürlüğü”ne inandığı anlamına gelmez.
Aksine, Erdoğan’ın başından beri, ucu kendisine veya partisine dokunan eleştirilere tahammülü yok. Karikatüristleri dava etmesi, gazetelerin boykot edilmesi için yaptığı çağrılar ve Başbakanlık’ta oynanan akreditasyon oyunları bunu yeterince ortaya koydu.
Erdoğan’ın, “Deniz Feneri skandalı” çerçevesinde özgür basına karşı kullandığı sert söylem, ayrıca hoşuna gitmeyen haberleri yazan grubumuza karşı kullanılan vergi silahı da zaten uluslararası raporların sabit maddeleri arasında yer alıyor artık.
Bu arada, “Sınır Tanımayan Gazeteciler”’ adlı kuruluşun hazırladığı “2009 Basın Özgürlüğü Endeksi”ne göre Türkiye 175 ülke arasında 122nci konumda bulunuyor. Bu da, açıkçası, “Türkiye’de basın özgürlüğü yok” demektir.
Hükümet bunu elbette ki şiddetle reddediyor. Fakat basın özgürlüğü, herhangi bir devletin veya hükümetin keyfi öznel kriterlerine göre değil, nesnel kriterlere göre ölçülüyor. Ölçümlerin başladığı tarihten bu yana Türkiye’nin bu açıdan hep sınıfta kalmış olması ise hazindir.
Öte yandan, pembe gözlüklerden bakıp “durumun giderek düzeldiğine” inanan varsa, bizce rüya görüyor. Birçok kişi farkında olmayabilir ama durum aslında daha da kötüleşiyor.
Bunun en bariz göstergesi ise artık internete karşı da uygulanan sansür politikasıdır.
Türkiye’nin üyesi bulunduğu AGİT çerçevesinde, internet özgürlüğü konusunda açıklanan son rakamlar da buradaki gerçeği gözler önüne seriyor. Örgüt adına üye ülkelerdeki basın özgürlüğünü denetleyen Milos Haraszti’ye göre, Türkiye’de şimdiye kadar tam 3700 internet sitesi yasaklanmış bulunuyor.
Haraszti, konuyla ilgili olarak geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, aralarında “YouTube” ve “Geocities” gibi ünlü isimlerin de bulunduğu bu sitelerin bazılarının “keyfi siyasi gerekçelerle yasaklandığını” belirtti.
Bu sansürcü zihniyetin insanları bilgi edinme haklarından mahrum ettiğini söyleyen Haraszti, bu durumu düzeltmesi için hükümete çağrıda bulundu. Hükümetin suçu savcılara yükleme çabalarının önünü de böyle kesmiş oldu, çünkü buradaki sorumluluk gerçekten de hükümete ait.
Sonuçta basın özgürlüğünü her yönüyle teminat altına alan düzenlemeleri hazırlayacak olan hükümettir. Fakat AKP iktidarının bu açıdan çok da hevesli olduğu söylenemez. Bu arada, “Her önüne gelene Türkiye’ye internetten hakaret etme hakkını mı tanıyacağız” anlayışı hükümette de var.
Ancak bu zihniyet, bir çocuğun gözlerini elleriyle kapayarak etrafına “Beni göremiyorsunuz” demesi kadar saçma. Sonuçta yasaklanan şeyleri Türkler dışında bütün dünya görüyor. Aslında bunları Türkiye’de “proxy” kullanan herkes de görebiliyor. İşi trajikomik kılan da zaten bu.
Başbakan Erdoğan da aynı yöntemi kullanarak YouTube’a giriyor. Bunu dolaylı olarak kendisi itiraf etti. Sansürcü zihniyete son verdirebilecek konumdayken, YouTube yasağını soran gazetecilerle de “Ben giriyorum, siz niye giremiyorsunuz?” diye alay etmeyi tercih etti.
Özetle, burada Aziz Nesin’lik bir “kara mizah” örneği değil, Franz Kafka’yı aratmayan iç karartıcı ve samimiyetten uzak bir yaklaşım söz konusu. Hükümet de bunun devam etmesinden fazlasıyla memnun görünüyor.
Bu arada Başbakan Erdoğan da, “Yedi yıl öncesine göre daha özgürüz” derken, ya içine düştüğü çelişkiyi göremiyor ya da görüyor ama bundan herhangi bir rahatsızlık duymuyor.