Bu aralar Meclis gündeminde “Yargıda tek çatı” diye adlandırılan reform taslağı var. AK Parti’nin bu yasa teklifine önce Yargıtay sonra da Danıştay Başkanları karşı çıktı. Öte yandan iki kurumun başkanı da yargıda reform yapılmasının zorunlu olduğu konusunda hükümetle hemfikir. Liberal demokratik bir devlet düzeni için Türkiye’nin yargı sisteminin baştan sona yenilenmesi şart. Çok başarılı giden barış ve çözüm süreciyle silahlar tamamen sustu. Artık yeni, sivil ve demokratik bir anayasa yapılmasının ve yeni bir yargı modeli üzerine düşünülmesinin zamanı...
Mesela AK Parti’nin önemli hukukçu kurmaylarından Osman Can “İspanya yargı modeli”ni savunuyor. Can’ın savunduğu modeli anlatmadan yakın dönem İspanyol siyasi tarihini bir özetleyelim... Franco, 20. yüzyıl Avrupa’sında Hitler ve Mussolini’den sonra gelen üçüncü faşist diktatör. İç savaş döneminde (1936-39) ve sonrasında binlerce insanın ölümüne neden olmakla suçlanıyor...
1939’dan 1975’te ölümüne kadar ülkeyi yöneten Franco, diğer diktatörlüklerden farklı olarak zamanla yumuşayabilmiş, ekonomik gelişmelere öncelik vermiş ve insan hakları konusunda bazı iyileştirmelere de imza atmıştı. Ancak 30 yılı aşkın sürede ideolojik ve kurumsal olarak yapılandırılmış ordu, bürokrasi, büyük burjuvazi ve yargıda sahip olduğu desteğin ve güven duygusunun bunda katkısı oldukça yüksektir.
1977’de İspanya demokrasiye geçer fakat yargı eski yapısı itibariyle işlemeye devam eder. Demokratik karar organlarının herhangi bir etkisinin bulunmadığı Yargı Konseyi, geleneksel devletçi ve ulusalcı, yani Frankocu yargı yapısının sürekliliğini sağlar.
Radikal bir reform
Bir yandan bu yapıların Franco dönemini olağanmış gibi gösteren hegemonik dili, diğer yandan bu dili içselleştiren siyasal aktörlerin, geçmişle hesaplaşmanın gereksizliğine inanması, 30 yıl boyunca tüm bu dönem icraatlarının “olmamış” işlemine tabi tutulmasına imkân verir. Ta ki Avrupa Birliği süreci başlayana kadar... 1985’te İspanya’da yargı sisteminde radikal bir reform gerçekleştirilir.
Özgürlükçü-demokrat hukukçu Osman Can Türkiye için de işte böyle bir reformu savunuyor. İspanya’daki reformun aktörü 1982’de iktidara gelen Sosyalist Parti’dir. Yargı, Sosyalist Parti ile Başbakan Felipe Gonzalez için ciddi bir sorundur. Çünkü yargıda Franco rejiminin siyasal tercihlerine yakın bir çoğunluk vardır. Yargı Konseyi seçimleri de yaklaşmaktadır. Seçimlerde, adı geçen çoğunluğun kazanacağı bellidir. Buna karşı atılacak tek demokratik adım, ancak çoğulculuğu sağlayacak bir yargı içi temsil esasının benimsenmesi olabilir. Yargıdan gelen “bağımsızlık”, “siyasallaşma” veya “iktidarın kontrolüne girme” şeklinde eleştirilere rağmen, zaman kaybetmeksizin 1985’te İspanya Yüksek Hâkimler Konseyi’nin (Consejo General del Poder Judicial) yapısı radikal şekilde değiştirilir. “Yargı bağımsızlığı Franco geleneklerini devam ettirmenin gerekçesi olamaz” denir.
Atamayı kral yapıyor
Yeni oluşturulan sisteme göre, Konsey’in tüm üyeleri parlamentonun iki kanadı tarafından nitelikli çoğunlukla seçiliyor. Atamayı kral yapıyor. Yargıç dernekleri ise meclis parti gruplarına aday gösterebiliyorlar. Bu değişikliğin ardından sağlanan çoğulculuk Konsey’de tekçi bir düşüncenin mutlak çoğunluğuna imkân vermemiş, yargının ideolojik gerekçelerle hareket ettiği algısını önemli ölçüde değiştirmiştir. Türkiye’de de “yargı bağımsızlığı” kavramı tıpkı Franco İspanya’sındaki gibi her zaman yargıdaki etkili statükocu güçlerin payandası oldu maalesef. Halbuki yargı bağımsızlığından çok daha önemli olan değer yargı tarafsızlığı kavramıdır... Bu da İspanya modelindeki gibi açık ve şeffaf yargı ile olur. Hakimlerin ve savcıların siyasi tercihlerine göre istedikleri gibi örgütlenme hakkı olmalıdır. Yargı mensuplarının tercihleri şeffaf olursa o zaman “Şunlar bunlar yargıyı ele geçirdi” söylemleri de ortadan kalkar. Çoğulcu, demokratik temsile dayanan, açık ve şeffaf bir yargı sistemine ihtiyacımız var.
İspanya başardı, biz de başarabiliriz...
Tuhaf bir durum
Mehmet Altan ve Taraf’la ilgili hiçbir şey yazmamış olmama rağmen Altan’ın bana yönelik: “Taraf’ı ele geçirmeyi başaramayınca, kendilerini benim engellediğimi zannedenler itibarsızlaştırma çabasına giriştiler. Nagehan Alçı mesela... Hem 28 Şubat mağdurlarının yanındaymış rolü oynuyor, hem de 28 Şubatçıların ‘adı açıklanmayan üst düzey bir komutan’ diye başlayan yalan haber modeline sığınanların benzeri haberlerle karalama çalışmalarında rol alıyor” sözleri benim için haftanın en tuhaf olayıydı.
Allah Allah! Ben Taraf’ı ele geçirmeye mi çalışıyormuşum? Yoksa Altan suçluluk psikolojisi ile projeksiyon mu yapıyor? Geçen hafta Gülen’in aralarında Mehmet Altan’ın da olduğu bir grup isimle görüştüğünü yazdım, başka hiçbir şey yazmadım Altan’la ilgili. Kaynağımı da açıklayayım: O görüşmede yer alan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın önde gelen isimlerinden Erkam Tufan Aytav. Ben bir şey yazmadığım halde Mehmet Altan neden beni hedef aldı?
Off the record
Geçen hafta medyada ‘Off the record’ ve ‘On the record’ gibi gazetecilik kavramları çok tartışıldı... Elbette gazetecilikte off the record görüşmeler olur. Görüşmelerin kullanılıp, kullanılmayacağı, kullanılacaksa nasıl kullanılacağı ile ilgili birtakım nüanslar vardır. Washington gazeteciliğinden çıkma tabirlerdir bunlar. Off the record, yani kayıt dışı, not for attribution yani atıf yapılmaksızın, background yani arka plan bilgi, on the record, yani kayıt içi...
Hangisinin sınırı nerede başlar, nerede biter ile ilgili tartışmalar sürse de genel itibariyle şöyle anlaşılır:
Off the record: Kullanılamayan görüşme. İçeriğinden bahsedemez gazeteci. Atıf yapmaksızın da olsa kullanamaz.
Not for attribution: İçerik kullanılabilir ama kaynak açıklanamaz.
Background: Gazeteci başka bilgilerle harmanlayıp, hikayenin içine görüşmenin içeriğini yedirebilir ama ismini vermeden dahi, bir kaynakla konuştuğuna atıf yapamaz. Bir de ‘deep background’ diye son derece muğlak bir kavram kullanılır, zannediyorum işi daha sıkı tutmak ya da kaynak kullanımımdaki hassasiyeti vurgulamak için.
On the record: bildiğimiz yazılabilen, kaydedilebilen görüşme.
Herhangi bir görüşme ‘off the record’ olabilir, bir kanaat önderi bir grup gazeteci ile yazılmamak kaydı ile bir görüşme yapabilir. Ben burada bir sıkıntı görmüyorum. Öte yandan her zaman bu kavramlara sadık kalınmalı mıdır? Güvenlik, insan hayatı ya da meşruiyet gibi kavramlara tehdit oluşturan içerikler de off the record kavramına tabi tutulur mu? O zaman Mustafa Balbay’ın darbe planlarını dinleyip bu planlara ‘off the record’ deme hakkı doğmaz mı? Bu sorular kafamı kurcalıyor...