Bir süredir zihnimin bir köşesinde duran ama somutlaşmamış bir düşünceyi geçtiğimiz haftaki Chicago seyahatinde olgunlaştırdım. Bugün bunun üzerine yazacağım. Mesele dindar kesimin estetik ile kurduğu bağ... Bu, benim için çok zor bir konu, zira bir yandan yıllarca ezilmiş, merkezden ve sistemden dışlanmış, mağdur edilmiş bir kesimle ilgili bir şeyler söylemek normalin üzerinde bir hassasiyet gerektiriyor. Öte yandan tespit ettiğiniz bir şeyi yazmamak da bu kesimi tarif ve teşhisten uzak tutmak anlamına geliyor. Bu da ayrı bir ötekileştirme, bir anlamda muhatabı yetişkin değil, ergen yerine koymak gibi.
Estetik derinliğin peşinde
İslam medeniyetinin tarihi aynı zamanda adım adım olgunlaşan ve hayatın her alanına yayılan bir güzellik anlayışının da tarihi aslında. Bu medeniyetin estetik derinliğini ben de bir süredir Seyyid Hüseyin Nasr ve Oliver Leaman gibi bilginlerin eserlerini okuyarak anlamaya çalışıyorum. İslam ve estetik ilişkisi üzerine yerli literatürde de başta Beşir Ayvazoğlu olmak üzere birçok entelektüelin değerli çalışmaları var. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da atlamayalım. Her zaman Osmanlı medeniyetinin estetik özünün peşinde olmuş bir yazar ama Tanpınar’ı bu gözle okuyup gündelik hayatımıza o estetiği yansıtmayı düşünenler yok denecek kadar az...
Geçen cumartesi günü Chicago’da Gülen Hareketi’ne bağlı Niagara Vakfı büyük bir Türk kültür merkezi açtı. Açılışa biz, Türkiye’den küçük bir grup da davetliydik. İnsan duygulanıyor, göğsü kabarıyor. En azından benim hissettiklerim bunlar. Gülen hareketi dünyanın dört bir yanında Türkiye’yi tanıtmak için birçok faaliyet yapıyor. Daha önce yapılmamış faaliyetler bunlar. Dilimizi öğretmekten tutun, kültürümüzü ve tabii kültürümüzün önemli bir parçası olan mutfağımızı tanıtmaya kadar...
O merkezde içime sinmeyenler
Ancak yine de Chicago’daki kültür merkezi açılışında içime sinmeyen bir şeyler var. Türkiye daha önce görmediğimiz düzeyde tanıtılıyor, müzikler, yemekler sunuluyor ama... Nasıl desem? Biz bizi bundan daha iyi anlatabiliriz gibi geliyor bana. İyi niyet ve gayret had safhada olsa da ortamda bir estetik yoksunluğu, bir garabet, bir sakillik var. Batılı algının kafasında yarattığı hayali kırsal egzotizm sunulmuş adeta. İslam estetiğinin şehirli inceliği ve süzülmüşlüğünden uzaklık hakim o merkeze. Öte yandan ortaya çıkan sahici bir kırsal Türk estetiği de değil. Her şeyin birbirine karıştığı uyumsuz bir tuhaflık manzarası. Oraya gelen Amerikalıların 32 diş gülen yüzlerinde de görüyorum bunu. Sanki bu merkezde hep kategorize ettikleri ‘Hayali Doğu’yu buldukları için bizim köylerimizde de olmayan kurgulanmış bir egzotizmi Türk kültürü zannediyor ve tatmin oluyorlar...
Halbuki bu merkezin ve Batı’daki faaliyetlerin mimarı olan Gülen Hareketi mensupları evrensel standartlarda üreten, birkaç yabancı dil konuşan, açık fikirli insanlar. Hatta bu ABD seyahatimde bir kez daha şu tespiti yapıyorum: Bir çok konuda yurt dışındaki cemaat mensupları evrensel standartları çok daha iyi biliyorlar. Çok daha dışa dönük ve liberal-demokrat insanlar. Ancak gündelik hayatlarını ve kültürel dünyalarını düzenlerken temsil ettikleri İslam medeniyetinin yüksek standartlarından çok uzaktalar. Peki ama neden?
Zannediyorum kendilerine has bir burjuvazi, daha doğrusu eskilerin ‘havass’ dedikleri bir şehirli seçkin sınıf eksikliği önemli bir sebep. Devlet bu kesimi öyle iteledi ve kendinden uzaklaştırdı ki bu beraberinde fakirleşme, avamlaşma getirdi. Ayakta kalabilmek, karnını doyurabilmek, toplumda var olabilmek mücadelesinden sıra estetiğe bir türlü gelemedi. Bu nedenle İskender Pala’nın deyişiyle ‘İslamiyet’in getirdiği yüksek medeniyet birikimini Müslümanlar kaybetti’. Bence artık dindarlar yönlendirilmeye ‘Bundan böyle hayatta kalma, toplumda tutunma mücadelesi bitti, sıra yüksek standartlarda bir medeniyet estetiğini yeniden inşa etmeye geldi’ mesajına açık. Bunu da en etkili ve başarılı şekilde İslam medeniyetinin estetik derinliğine vakıf bir manevi önder olan Fethullah Gülen yapabilir...
*Seçkinleşme
Yılan hikâyesine dönen gözaltı meselesi
Chicago’ya girerken yaşadığımız bir hadise malum bir kısım medyada çok çarpıtıldı. Orhan Abi (Miroğlu) sağolsun, köşesinde Rasim Ozan’ın pasaport kontrolünde başına gelen aksiliği kendi espri anlayışıyla yazınca dezenformasyon makinesi çalışmaya başladı. Halbuki işin gerçeği şu: Chicago Havaalanında biz, Rasim’le aynı deklarasyon formunu doldurduğumuz için kontuara birlikte gittik. Benim uçak kaydım bilgisayardan çıktı, kısa birkaç ‘niye geldiniz vs’ sorusu, parmak izi tespiti ve fotoğraf çekiminden sonra geçiş iznini aldım. Rasim’in ise uçuş kaydı çıkmadı. Biletini de uçakta bıraktığı için iş uzadı. Halbuki leylekler getirmediğine göre aynı uçaktan indik işte ama bu pasaport memurlarında mantık aramayacaksın. Hepsi inisiyatif fakiri, ebleh birer makine! Bizi kaydı bulmak üzere bir ofise yönlendirdiler. O ofiste oturduk bir köşeye. Etrafta sistem mağduru, çoğu Doğulu turist... Ne kadar bekleyeceğiz? Belli değil. Ne bekliyoruz? Belli değil. Emailimi açıp uçak biletini göstereyim diyorum, telefon kullanmak yasak diyolar. Haydaa! 10 dakika sonra en ‘şahin cumhuriyetçi’ tavrıyla bir memur Rasim’i yanına çağırdı. Baktım çok sert bir tonda ‘Niye Pakistan’a gittin’ diye soruyor. (Geçen yıl bir toplantıya gitmişti) Rasim de bu soru üzerine adamın karikatür gestapo haline gülmeye başladı.Yanlarına gittim. Beni görünce gözlerine far tutulmuş kediye döndü ve avaz avaz bağırmaya başladı Nazi kılıklı memur. Ben nereden çıkmışım? Çağırmadığı halde niye geliyormuşum... Sonra oranın şef konumundaki memuru devreye girdi. Rasim müstehzi bir tavırla ‘Ben pro-Amerikan bir insanım. Pakistan’daki Amerikan yanlısı güçleri örgütlemeye gittim’ dedi. Bunun üzerine yumuşadılar teşekkür ettiler ve geçisimizi onayladılar. Sonra da pasaportlarımızı aldık ve çıktık. Kendi kendimize ‘salaklığın sınırı yokmuş’ diye gülerek...
İşin şakası bir yana, yaşadığımız tam Bush’un 11 Eylül Amerikası görüntüsüydü. Üstelik bu, Demokratların kalesi olan illinois’de ve Obama’nın ABD’sinde oluyor. Utanç verici hakikaten!