Kim ne derse desin, bu haftanın haber bombasını gazetemiz Milliyet patlattı. Namık Durukan’ın BDP heyeti ile Öcalan’ın görüşme notlarını ele geçirmesi her meslektaşı kıskandıracak bir olay. Ancak bu gazetecilik başarısını tüm medya camiasının takdir etmesi gerekirken aksine bu başarıdan ötürü Milliyet’e ve Derya Sazak’a bir kısım medya mensupları haksız yere saldırıyor. Vallahi insanın pes diyesi geliyor...
Böyle bir tutanağa ulaşan bir gazeteci/haberci bu somut belgeyi yayımlamayacaksa ne iş yapacak? Bu görüşme notlarının yayımlanması gazetecilik değilse, gazetecilik ne demektir?
Nokta dergisi Özden Örnek’in darbe günlüklerini, Taraf gazetesi 7-8 Mart 2003 Balyoz darbe planı kayıtlarını yayımladığında büyük gazetecilik başarısı diye alkışlayanlar şimdi nasıl olur da ulusalcıların ve darbecilerin ağzıyla Milliyet’e saldırır? Ulusalcılar da zamanında “Bu günlükleri/ses kayıtlarını yayımlamak Türk ordusunu çökertmek isteyenlerin taşeronluğudur” gibi laflar ediyordu. Şu an aynı sakat dil, üslup ve zihniyetle Milliyet’e yüklenmek kimileri açısından büyük tutarsızlık değil mi?
Milliyet büyük bir habercilik başarısına imza attı. İki kere ikinin dört olduğu kadar net bu...
Cumhurbaşkanı sürecin neresinde?
Akan kan sayesinde elde ettikleri pozisyonlarına sıkı sıkıya sarılıp milimetrik olumsuzluklar bulmaya çalışarak çözümü baltalamaya çalışanlar boşuna heveslenmesin: Hiçbir sabotaj ve provokasyon barışa giden yolda yürüyenleri alıkoyamayacak.
Bu yoldaki en önemli aktörlerden biri de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Gül, geçtiğimiz hafta CNN Türk’te Taha Akyol’a bir mülakat verdi ve süreç ile ilgili soruları yapıcı ama temkinli bir dille yanıtladı. Acaba bu yanıtlar Cumhurbaşkanı’nın içinde bulunduğumuz dönemle ilgili pozisyonu ve görüşleri hakkında nasıl ipuçları veriyor?
Her şeyden önce şunu hatırlayalım: Abdullah Gül Kürt meselesinin çözümü ve silahlara veda için birçok defa elini taşın altına koyan açıklamalar yapmış ve her fırsatta bu sorunun demokratik yollarla çözülmesi gerektiğini dile getiren bir lider.
Şu anki barış süreci halka halka grupların bilgi paylaşımları üzerinden kurgulanmış durumda. Halkalardan içeri girdikçe bilginin düzeyi ve sürece hakimiyet artıyor. En içerideki yani sürecin en detaylı bilgilerine sahip ve süreci götüren halka sınırlı sayıdaki kişiden oluşuyor. Başbakan, Cumhurbaşkanı, Hakan Fidan ve Yalçın Akdoğan gibi birkaç isim daha var bu halkada. Yani Abdullah Gül en ince detayına kadar bu sürecin tüm bilgilerine sahip ve süreci destekliyor. Ancak konu ile ilgili açıkça yorum yapmaktan imtina ediyor. Olumlu mesajlar veriyor tabii ama detaya girmiyor. Bu tavır, Cumhurbaşkanı’nın genel üslubu kadar iki somut sebepten de kaynaklanıyor:
1) 2009’da Tahran’a giderken gazetecilere yaptığı ‘Kürt sorununda iyi şeyler olacak’ açıklaması ve geçen yıl BDP’lilerle görüşmesi Gül’ü ‘Cumhurbaşkanı doğrudan siyasete girmemeli’ eleştirilerine yoğun bir şekilde maruz bıraktı.
2) Kürt sorunu ile ilgili artık konuşmaktan ziyade icraata odaklanmalı diye düşünüyor. Bunu da Afyon’da ‘Konuşmayın, iş yapın’ diye ifade etti. İşte Taha Akyol’a verdiği röportajda kullandığı temkinli üslup Abdullah Gül’ün tarzı kadar bu iki ana nedenden.
BDP ve barışa karşı komplo
Bir gazete eline böyle bir somut belge geçerse bunu elbette yayımlar. Öte yandan bu belgenin ele geçirilmesini sağlayan politik aktör ya da aktörler açısından bakınca bunun ahlakdışı bir tutum olduğunu söylemek mümkün. Başbakan ve hükümet çevreleri bu konuda çok haklı...
Görüşmelerin nerede, ne zaman olduğunun bilinmesi yönüyle şeffaf ama içerik yönüyle ketum gitmesi gereken bir süreç bu. Türkiye’nin tarihinde ilk kez “Barış ve çözüm için, akan kanın durması için baldıran zehri içmeye hazırım” diyen yürekli bir Başbakan var. Hasan Cemal’in dediği gibi “Tarihin eli Başbakan’ın omzunda”...
Öte yandan “Barış istiyorum” diyen her samimi gazetecinin de bu süreçte çok büyük risk alan Tayyip Erdoğan’a tam destek vermesi ahlaki bir zorunluluk bana göre. Bu desteği esirgeyip, detaylara takılarak hala Başbakan’a belaltı vuruşlar yapanların daha çok insanımızın öldürül-mesine yol açmaktan başka işlevleri yok!
Aynı ahlaki zorunluluk barıştan yana siyasetçiler için de geçerli. BDP’nin kendi iç soruşturmasını yaparak Selahattin Demirtaş’ın tabiriyle ‘Baldıran zehri içeceğini söyleyen Başbakan’a ve barışa karşı komplo içinde olanlar’ı tespit edip cezalandırması, süreçten tasfiye etmesi şart. BDP’nin bu konuda tarihe karşı sorumluluğu var.
Öcalan’ın dili eski TSK dilinden farksız
Bu görüşme notlarını okuduğumda beni en çok rahatsız eden kısım Abdullah Öcalan’ın Fethullah Gülen’e yönelik hasmane tavrı oldu. Öcalan’ın Gülen Hareketi’ne karşı kullandığı düşmanca dil bana Necdet Özel öncesi TSK’nın kin ve nefret dilini hatırlattı. Geçmişin darbeci generalleri de Fethullah Gülen’i içeri attırmak ve Gülen Hareketi mensuplarını devlet ve toplum hayatından tasfiye etmek için aynı Öcalan gibi nefret söylemiyle Gülen’i şeytanlaştırırlar ve hedef gösterirlerdi...
Barış ve çözüm süreci milyonlarca mensubu olan Gülen Hareketi’ni dışlayarak başarıya ulaşamaz. Üstelik Fethullah Gülen de bu süreçte risk alarak tüm tabanını Başbakan’a ve barış sürecine tam destek vermeye yönlendirdi. Cemaatin tabanında hükümete tavır alan insan sayısı az değil, bu tabanı çözüm sürecinde “Müspet hareket” etmeye yönlendirmeyi sadece Gülen başarabilirdi. Ve bunu yaptı. Barıştan yana, akan kanın durmasından yana olan herkes bu tavrı takdir etmeli bence.