“Biz her türden milliyetçiliği ayakları altına almış bir iktidarız.”
Bu cesur cümleyi kurdu Başbakan. Hatırlayalım: Çok yakın bir geçmişe kadar kendine “liberal” diyen eski solcu kimi aydınlar tarafından MHP’lileşmekle, milliyetçi hatta ulusalcı tavırlara girmekle suçlanan Başbakan.
Zarfa bakıp mazrufu göremeyen bu yazarlar yanlış analizler yaparken Türkiye’nin yeni denklemini okuyabilen gerçek liberal entelektüeller ise özetle şu tespitte bulunuyordu:
“Bilakis Tayyip Erdoğan her türden zararlı milliyetçiliğin tek panzehiri. Farklı tiplerdeki nasyonalist zihniyetlerle mücadele etmek isteyenler, Erdoğan’ın önemini kavramak zorunda. Hem Türk toplumunun hem de AKP tabanının çoğunluğu milliyetçi olduğu halde, bu tabanı içeriden bir dille dönüştürebilecek, toplumun çoğunluğunu PKK ile barış ve çözüm masasına oturulması gerektiğine ikna edebilecek tek lider Erdoğan’dır.”
Bu tahlilleri epey önceden yapanların haklılığı bugün ortaya çıkıyor, ancak Başbakan’ın bir siyaset adamı olarak ortamı hazırlamak amacıyla attığı taktiksel adımları fotoğrafın bütünü zannederek Erdoğan’a haksız saldıran kimi aydınlar hala fotoğrafı yanlış okuduklarını kabul etmek istemiyorlar. Halbuki barış ve çözüm süreci umulanın da ötesinde başarıyla ilerliyor. Kalıcı ve adil bir barışa bu kadar yakın olduğumuz bir dönem daha önce olmadı.
Esas kıymetli ve sorunu çözebilecek olan yaklaşım, bu topraklara hitap eden sahici ve yerli bir dille barış için mücadele etmektir. Buna karşı buram buram ithal kokan, steril ve hijyenik bir Batıcı dil her türden milliyetçiliğin ekmeğine yağ sürer. Savaşın ve kan akmasının devamından yana olanları mutlu eder. Kendine liberal diyen eski solcuların bu konuda özeleştiri yapmaları şart...
Neden savaş istiyorlar?
Şu an her şey olumlu ilerliyor ama savaştan ve kandan yana olanlar da ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. Neyse ki 2013 Türkiye’sinde barış ve çözüme karşı bu savaş lobisi çok zayıf konumda.
Artık TSK içinden bu süreci baltalamaya çalışan ya da buna cesaret edebilecek kimse yok. Dolayısıyla geçmişte olduğu gibi kimi generallerin talimatlarıyla savaş çığırtkanlığı yapan, psikolojik harp makinesi gibi çalışan etkili bir medya gücü de yok. Ancak kendi kendine “Türk sorunu” yaratmaya çalışan, Türkleri kin ve düşmanlığa tahrik eden oldukça güçsüz faşist medya organlarıyla, marjinalleşen eski medya aktörleri mevcut. Bir de PKK’ya eklemlenmeye çalışan ve Kürtleri kin ve düşmanlığa tahrik eden kimi tasfiye olmuş Türk solcuları var. Bu iki kesim de kendi geleceklerini savaşın devamında görüyorlar maalesef.
Bir uyarı
Fotoğraf böyleyken, yani çözüm sürecini istemeyenlerin etki gücü çok şükür ki gayet kısıtlı iken sanki Türkiye 10 yıl öncesinin Türkiye’siymiş gibi, bu kesimleri hâlâ önemli zanneden ve kendinden üstün gören İslami çevrelerden kimi yazarlar da yok değil... Bu yazarlar soğuk savaşın bittiğini kavrayamayıp 90’larda bile hâlâ “Kızıllar, moskoflar, komünistler” söylemiyle yazı yazan kimi eski sağcılara benziyorlar. Soğuk savaş döneminde müşterisi olan bu kaba sağcı söylem sosyalizmin iflasıyla beraber ıskartaya çıkmıştı. Anti-komünist kalemşorlar da bu süreçte tasfiye olmuştu.
Günümüzü okuyamazlarsa galiba aynı akıbet yukarıda tarif ettiklerim için de geçerli olacak.
ABD’nin amacı Sarıgül’ü CHP’nin başına geçirmek mi?
Günlerdir CHP kulislerinde sorulan soru şu: Mustafa Sarıgül CHP’nin 2014 İstanbul adayı olacak mı? Bu sorunun cevabını bilmiyorum ama geçtiğimiz perşembe günü ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin Mustafa Sarıgül’ü büyükelçilikte ağırladığını ve saatlerce konuştuklarını biliyorum. Bayram değil seyran değil ABD Büyükelçisi niçin Sarıgül’ü davet etme ve uzun bir toplantı yapma gereği duydu? Acaba Türkiye’deki ana muhalefet eksikliğinden mi bahsettiler? Ricciardone Sarıgül’e potansiyel CHP Genel Başkanı gibi mi davrandı? Bu yönde ABD’nin bir temennisi ve projesi mi var? Bu soruların cevaplarını şimdilik yazmıyorum ama şunu çok iyi biliyorum: Sarıgül kaybedeceği bir seçime girmek istemez. 2014 İstanbul adayı olursa da orada durmaz CHP Genel Başkanlığı’na yürür. Önce CHP Genel Başkanı sonra da Başbakan olmayı hedefler. Gerisi lafügüzaftır...
Kelebeğin Rüyası
Masalsı görüntülerle başlayan, özellikle Kıvanç Tatlıtuğ’un göklere çıkan oyunculuğu ile kendine esir eden, Belçim Bilgin’in her geçen filmle nasıl büyüdüğünü gözler önüne seren, Yılmaz Erdoğan’ın sinemacılığının zirvesi dedirten çok hüzünlü, çok gerçek bir film ‘Kelebeğin Rüyası’. Bence bir başyapıt. 1940’ların Türkiye’sini bir belgesel niteliğinde tüm sefaleti ve kast sistemini andıran düzeni ile gösterdiği için belki. Belki de çocukluğunun yazlarını bir madenin yanı başında geçiren bana eskiye dair aşinalıkları hatırlattığı, her sahnede babamı yanı başımda hissettirdiği için. Veya Gökhan Tiryaki’nin görüntü yönetmenliği insanı kendine hayran bıraktığından... Kısacası bu filme bir başyapıt demek için sebep çok. Sadece Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu gibi tarihin sayfalarında unutulmuş iki şairi bize hatırlattığı için bile gidilir...