Seyahatler, görüşmeler, İmralı’da bir sonraki randevu ile ilgili gelişmeler... Çok şükür ki kan tüccarlarının tüm provokasyonlarına rağmen çözüm süreci son derece sağlıklı ve olumlu şekilde yürüyor. Daha önceki başarısız tecrübelerden ders alan devletin yeni aklı, Barış için baldıran zehri içmeye hazır Başbakan’ın cesur liderliğiyle oyunu doğru kuruyor, zamanın ruhunu doğru okuyor ve çözüm için, akan kanın durması için gereğini yapıyor.Toplumun çoğunluğu da Başbakan’a ve sürece tam destek veriyor.
Öte yandan bu dönemde inanılması güç, tuhaf gelişmeler de yaşanıyor malesef. Ulusalcı, faşist unsurların daha çok kan istemesi şaşırtıcı değil. Ama neyse ki onlar bu ülkede artık marjinal ve önemsiz konumda. PKK’nın silah bırakmasına karşı çıkan, savaşın daha da büyümesini isteyen tasfiye olmuş Türk solcularının tavrı da beklenir bir tavır. Bunları da kimsenin umursadığı yok...
Şaşırtıcı olan tavır, yıllardır ulusalcı-faşist zihniyete karşı mücadele ettiğini düşündüğümüz kesimlerden geliyor. Bu kesimleri Taraf yazarı Yıldıray Oğur “Vurun barışa” adlı, geçen hafta yayınlanan yazısıyla mükemmel bir şekilde özetledi:
“Yıllarca Kürt sorununa çözüm için imzalamadıkları bildiri, düzenlemedikleri panel, yürümedikleri yol kalmayan Türk barışseverler, demokratlar, liberaller 30 yıldır ilk kez cidden barışa yaklaştığımız bu tarihi kavşakta ya yol kesip PKK’ya ‘yapma oğul, kanını yere koma’ diyen Aliye Ronalara dönüşüverdi ya da ‘Bebek katilinden Mandela çıkmaz’ diyen Ertürk Yöndemlere.
...Oturup sanki ilk kez tanışıyormuşuz gibi Öcalan’ın sözlerinden hayal kırıklığına uğrayıp ‘Bu malzemeyle barış olur mu, buradan Mandela çıkmaz’ diye barışın bir cephesinin duygularını rencide eden yazılar yazmanın da bir bedeli yok nasıl olsa... Devlet de Öcalan’la silahlı bir isyanın lideri olduğu için değil bir İngiliz centilmeni, bir barış aktivisti olduğu için görüşüyor...
...Ya Fethullah Gülen’in Hudeybiye Anlaşması örneğini vererek ‘sulhta hayır vardır’ diye desteklediği barış sürecinden geçerken birden bire 90’ların TRT’sinin ‘bebek katili’ Öcalan jargonuna dönen Cemaate yakın yazarlar?”
Maalesef Oğur’un dediği gibi yıllarca savaş şartlarında “Barış istiyoruz”culuk oynayan bazı sözde liberal aydınlar bu süreçte sınıfta kalıyorlar. Kimileri aşamadıkları “Tayyip Erdoğan takıntısı”ndan kimileri de gençliklerinde bağlı oldukları totaliter ideolojilerden gelen takıntılarından ötürü utanç verici satırlar kaleme alıyorlar.
Fakat diğer yandan barış için mücadele edenler safında da tuhaflıklar yaşanıyor. Yukarıda tarif ettiğim garip tavırlara girmeyen, ilk günden beri hararetle Başbakan’ın başlattığı barış sürecini tam destekleyen Hasan Cemal’e haksız yükleniliyor örneğin. Aynı şey daha önce Yıldıray Oğur’a da yapılmıştı. Bu, tamamen irrasyonel ve anlamsız bir tavır...
Cemal ve Oğur, sırf Başbakan’dan çekindiği için barış sürecine destek veriyormuş gibi gözüken ama özünde faşist olan kimi “devşirme yağcılar”a benzemiyorlar. Özgürlükçü ve demokratik bir Türkiye’nin inşasına samimiyetle inanan iki yazardan bahsediyoruz. Maske takanlardan değil. Kısacası çözüm sürecinde herkes sınavdan geçiyor. Bu sınavın neticelerini tarih yazacak...
Müslüm Baba’nın ardından
Müslüm Gürses’in ölüm haberini alınca tuhaf ama aşina bir hüzün geldi, oturdu yüreğime. ‘Dejavu’ hissi gibi, yabancı ama tanıdık... Müslüm Gürses’in sadık bir dinleyicisi miydim? Hayır. Şarkılarını ezbere bilir miydim? Son dönem yaptığı ‘cover’lar dışında hayır. Peki neydi beni, Gürses’i hayatımın bir yerine dokunmuş hissettiren?
Bu sorunun cevabını Nebil Özgentürk’ün CNNTürk’te yayınlanan ‘Sanatımızın Hatıra Defteri’ adlı harika belgeselini izlerken buldum. Deniz Kızı Eftelya’yı anlatıyordu Özgentürk. Eftelya’nın babasının kayığında söylediği şarkıları nasıl efsaneleştirdiğini, sonradan herkesin tanıdığı ‘Eftelya’ya dönüşümünü... Fonda billur gibi sesi yankılanıyordu Deniz Kızı’nın. Çocukluğumdan, gençliğimden hatırladığım ama hep dudak büktüğüm o ses, o tınılar...
Babam bir Türk müziği tutkunuydu benim. Taş plaklar toplar, eve sık sık gelen eşe dosta o plakları kurmalı gramofonunda çalardı. Ah ne seremoniydi bu gramofon faslı! İğnesi bulunur, takılır, plaklar seçilirdi. Sonra plağın üzeri temizlenirdi. Ses ayarı da yoktu gramofonun. Tiz ve yüksek volümde başlardı çalmaya. Biz, ‘Batılı’ eğitim alan ve ‘Türk müziği dinlenmez’ diye uyduruk bir ezberin peşine takılmış olan aklı yarım gençler ise kulaklarımızı tıkar, ‘Bitsin bu eziyet’ diye beklerdik. Ne büyük bir kendini reddediş, ne feci bir cehalet... Şimdi geriye dönüp bakıyorum da...Annem, babam ve arkadaşları öyle duygulanır, öyle sahici anılara dalarlardı ki o sesler yankılandıkça... Safiye Ayla, Münir Nurettin, Hamiyet Yüceses... Hepsi yıllar sonra öğrendiğim, o zamanlar ise burun kıvırdığım değerler.
Müslüm Gürses’in ölümü de böyle bir kendini reddedişi çağrıştırmış olmalı bende. Bu toprakların acılarını, dertlerini çok iyi aktarabilen bir dervişti Müslüm Baba. Ama biz ‘Batılı Türkler’ hor gördük o ve temsil ettiği müziği. Kulak tıkadık. Bununla da övündük üstelik. Nasıl babamın klasik Türk müziği tutkusunu hor gördüysek, arabeske de aynı yukarıdan bakışı attık. Halbuki farklı dinamiklerden ama tamamen bu topraklardan beslenen değerleri reddederken kendimizi reddettiğimizi bilemedik. Ne aptalca! Böyle böyle köksüz nesiller oluştu bu ülkede...
Son zamanlarda idrak ediyorum... Babamı kaybedene kadar yıllarca kendimi kandırmış, köksüzlüğümün farkına varmamışım. Halbuki hayatta olsa şimdi, ah çalsa yine o plakları... Gelse gene bir kısmını kaybettiğimiz eski dostlar... Üstelik bu defa bir musiki üstadı sevgili Mehmet Barlas’ın bizim için derledikleri birbirinden güzel parçalar da benden, o eskiden kulaklarını tıkayan kız çocuğundan gelirdi...