İki gündür tam bir yılan hikayesi ile boğuşup duruyoruz. Konu: Boyanan bir merdiven. Bir vatandaş Beyoğlu sınırları içindeki sokağında merdiveni rengarenk boyamış. Belediye de gece gelip o boyayı kapamış. Dün görünce ben de ‘ah ne güzel olmuş, keşke kapamasaymış...’ deyip belediyeye kızdım. Ancak sonra olayın detayları netleşmeye başladı.
* * *
Bir merdiven boyandı diye uçsuz bucaksız siyasi analizler yapılıyor, ‘Gezi ruhu canlandı’ havası yayılıyor, ‘haydi eylem yapalım’ atmosferi hakim oluyor... Protesto demokrasilerde en temel haktır da, bir dakika... Neyi protesto ediyorsunuz? Neden önce renklere sonra griye, sonra bir anda belediye tarafından yeniden renklere büründü bu merdiven? Sosyal medyada bilgi kirliliği ve ajitasyon tam gaz sürerken konunun muhatabı, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ı aradım.
* * *
Şunları söyledi: “Nagehan Hanım, hakikaten iki gündür basına yansıyan haberler çok komik. Bizim beş kişilik bir ekibimiz var. Duvarlara küfür yazıldığında ya da grafiti vs yapıldığında gidip o ekip üzerini kapıyor. Vatandaşlar şikayet ilettiklerinde de o birimin amirlerinden onay alıp harekete geçiyor. Bu, bize her seferinde intikal etmiyor. Merdiven meselesi de öyle olmuş. Şikayet gelince gidip üzerini kapatmışlar. Sabah bir anda çok yoğun telefonlar gelmeye başladı. Biz öylece durumu öğrendik. Sonra da o sokağa gittik. Mahalleli ile bir araya geldik. Herkes ‘aman bizim mahalle üzerinden bir gerginlik çıkmasın’ havasındaydı. Ne olur bizim üzerimizden eylem yapmasınlar, konu kapansın, merdivenleri yine boyayalım dediler. Tabii dedik, sabah beşe kadar genel istek üzerine merdivenleri yine rengarenk boyadık. Bu hadiseye sebep olan bey yoktu ama orada kafeterya işleten kızı vardı. Ertesi sabah o bey aradı, gerginlik çıktığı için çok üzgün olduğunu, sokağını güzelleştirmek, temizlemek için böyle bir şey yaptığını söyledi. Olay budur. Biz de renkleri seviyoruz. Ama izin alınmadan, halka sorulmadan herkes kafasına göre iş yapsa ne olur bu şehrin hali?”
* * *
İşte böyle... Normalde yerel bir gazetenin iç sayfasında yer alacak bir haber Türkiye’de dün günün konusu oldu. Gazeteciler Gezi ruhunu diriltme çağrıları yaptı, başka şehirlerde de merdiven boyama eylemlerine girişildi, sosyal medya bununla çalkalandı... Burada her şeyden kaos çıkarmak isteyen, ‘Gezi ruhu’ adı altında siyasi gerilim hedefleyen gruplar olduğu ortada. Ama aynı zamanda kısıtlandıklarını düşünen, hatta bu düşünceyi giderek bir saplantı haline getiren bir kitle de var. Bu saplantı her geçen gün o kitleyi ajitasyona daha açık hale getiriyor. Ben Ak Parti’nin bu insanları hiçbir şekilde kazanabileceğini düşünmüyorum. Çünkü buradaki temel dürtü nefret. Ve böyle güçlü bir duygunun egemen olduğu ortamda mantık çoğu zaman kayboluyor.
* * *
İçimizdeki renklerin dışa vurduğu bir dünya istemek, bu renkleri yok etmek isteyenlerle mücadele etmek elbette çok güzel. Ama zemin yokken ısrarla bir ‘mücadele ortamı’ yaratılmak isteniyorsa bu, içindeki rengi değil, içindeki nefreti çıkarmaya giriyor... O nefreti yok etmek ise siyasilerin değil, terapistlerin işi...
Kuzu görünümlü kurtlar
İtiraf edeyim, ilk 50 gün bu iş çok kolay sandım. Hatta içimden diyordum ki: “Yıllardır, ‘çocuk büyütmek şöyle zor. Benimkini susturamadım. Gözüme uyku girmiyor’ diyenler amma da abartmışlar. Bir efsanenin içi daha boşmuş. Bu iş pek kolay yahu...” Ama 50 günden sonra bizim pıtırcıklar uyanmaya başladı. Uyanmak derken uyuyup uyanmaktan bahsetmiyorum. Bahsettiğim topyekün uyanmak. Hayata karşı uyanmak...
* * *
Bir haftadır vay halimize. Bir tanesi sadece kucakta ve üstelik ben yürürken susuyor. Oturduğum anda açılıyor yine o sevimli yaramaz gözler. Yorgunluktan bayılacak hale gelince ise muhakkak ama muhakkak benim koynumda uykuya dalıyor. Öteki ise 2 dakika aç kalmaya görsün... Apartman hatta mahalle uyanıyor. Haydi hayat kurtaran yardımcımız varken tamam... Ama pazar günleri o gidince... Anında hızı Hollywood’u aratmayan bir aksiyon filmi başlıyor bizim evde. 10 dakika içinde ev darmadağın, ben volta atmaktan bitap, destek kuvvet olarak gelen annem tanınmaz halde, Rasim pıtırcıkları havaya doğru sallamaktan bitik... Hatta geçen gün hayatım boyunca kabuslarıma giren senaryo da başıma geldi. Yemeğe gelen bir arkadaşımla iki çift laf edemediğim gibi, bir pıtırcığı ona verdim ve ikisi birden ağlarken tamamen bebeksel konular konuştuğumu fark ettim.
* * *
Anlatılanlar efsane değilmiş anlayacağınız. Ama o süt kokusu var ya, o süt kokusu... Hani boyun ile gövdeyi birleştiren yerde yoğunlaşan o koku... İşte onun içinde kesin bir şey var. Kurtları kuzu gösteren bir şey...