Nagehan Alçı

Nagehan Alçı

nagehan.alci@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Sağdan soldan, alttan üstten, kuzeyden güneyden bütün yolların, bütün rollerin aynı yere çıktığı bir şeymiş annelik. Tuhaf bir şey. Böyle insanın içini kocaman ama hep ezik, coşkulu ama hep kaygılı, mutlu ama hep hüzünlü yapan bir şey...

2 küçük kız

22 ay 3 gündür, yani bizim pıtırlar kafayı dünyaya uzattıklarından beri, dünya ve üzerindekiler başka türlü gözüküyorlar sanki. Her şey bir yana, iki minik kafa diğer yana... Dışarıdan bakan için milyonların içinde iki. Öyle sıradan. Ama senin için her şey. Sanki onlar gibi bakan yok. Sanki onlar gibi uydurukça konuşan, kendini sevdiren, bu kadar tatlı olan henüz yaratılmadı. Gördükçe yemek istiyorsun. Yok, yok, içine sokmak istiyorsun. Hayır hayır, yanaklarında yok olmak istiyorsun. Ve her geçen gün anneni daha iyi anlıyorsun.
Beni dinleyince ‘Eyvah’ diyeceksiniz, ‘Bu da kafayı annelikle bozmuş’. Halbuki öyle de değil. Bir yandan her lafına kendi çocuğuyla başlayan, bütün dünyayı bir çocuğun detaylarıyla boğmaya çalışanlara tahammül edemiyorum hâlâ. Zamanında bu türden çok çektiğim için, yıllarca ‘çocuk kakası’ muhabbetleri dinleyip annelikten soğuduğum için, dışarıda bizimkilerden konuşmamaya dikkat ediyorum. Bana olağanüstü gelenin diğerlerine hiç de ilginç gelmediğini biliyorum. Sanki pıtırlarla birlikte bir kozaya giriyorum, paralel evrenden dünyayı seyrediyorum.
Ama kendimi evin dışındayken tutuyorum diye şimdi de tutabileceğimi sanmayın. Klavyenin başına oturunca şöyle doya doya bir ‘bizim çocuklar’ masalı anlatmak isterim:
Ela sabahları bağıra bağıra şarkı söyleyerek uyandırıyor bizi. Öyle bildiğiniz şarkılardan değil. Hangi dilde olduğunu da çözemedik henüz. Ses desen, babasıyla yarışır, bir felaket! Ama eline ne geçerse mikrofon yapıp, gözlerini kısıp dudaklarını büzerek bağırması yok mu... Yasemin ise nazlı kuş. Sabahları ağzında emzikle yatakta keyif yapıyor. Geç kalkmaya ve uzun uzun kahvaltı etmeye bayılıyor. Bir de Rasim’i görünce... Mutluluktan zıplamaya başlıyor.
Evin şarkıcısı Ela, dansçısı Yasemin. Hele bir de Dany Brillant’dan ‘Dieu’ çalıyorsa (galiba sayemde bizim kızlar arkadaşlarının yanında epey demode kalacaklar)... Çapkın çapkın etrafını süzerek sağa sola sallanıyor. Ellerinden tutunca kahkahalar atıyor. Ela onu görünce bir anda rekabet zilleri çalıyor ve dikkatimi çekmek için gelip beni öpüyor. Yasemin durur mu, o da öpmeye başlıyor. Bir sağdan, bir soldan iki minik ağızdan öpücük yağmuru!
Öte yandan, böyle tatlı bir kozada yaşamanın yan etkileri de var. Eskiden gözüme önemli görünen her şey silikleşiyor, önemsizleşiyor sanki. Hırs, azim, günlük kavgalar, tartışmalar azalıyor. Üzüldüğüm, canımı sıktığım birçok şeyin ne kadar anlamsız olduğu kristal berraklığında görünüyor gözüme.
Büyümek, belki de yaşlanmak ya da zannederim en iyisi durulmak denir buna. Bir de tamamlanmak. Tek eksik babamın beni, Ela ve Yasemin’le görememiş olması. Arada sırada bir rüzgâr gibi sıyırıyor bu ‘yarım kalmışlık’ hissi. Ama sonra Ela ve Yasemin’in gözlerinden sanki o bakıyor. Rüzgâr terse dönüyor, resim bir nebze de olsa tamamlanıyor...