Başbakan Erbakan'ın "İstanbul'un fethini Taksim Camii ile tamamlayacağız" sözleri karşısında irkilen okurumuz Oruç Ertüzün geçtiği faks notunda soruyor:
- İnsan hiç kendi toprağını fetheder mi? Bu nasıl söz?
Bir mimar okurumuz isa şu noktaya dikkat çekiyor:
- Sultanbeyli'ye Belediye'nin görüşü alınmadan Atatürk anıtı dikildi diye iki aydır tozu dumana katan RP'liler kentin göbeğindeki Taksim Gezisi üzerine cami kararı alırken ne halka danışıyorlar, ne şehircilik uzmanlarına, ne mimarlara, ne çevre kuruluşlarına... Halkın oylarının sadece yüzde 21'ini temsil eden Erbakan tek başına halkın yüzde yüzü adına karar veriyor. Temelin iki ay sonra 27 Mart'ta atılacağını söylüyor. Böyle önemli bir kararı önce tartışmaya açmak, halkın geri kalan yüzde 80'inin görüşünü almak gerekmiyor mu?
Bir mimari merak: Böyle bir camiin projesi iki ayda yapılır mı?
Mimar Aydın Boysan, diyor ki Eğer kenar mahallelere yapılan türden bir cami inşa etmek niyetinde değillerse, bunun projesinin hazırlanması en az bir yıllık süre ister"
RP'liler ise böyle ciddi bir hazırlık içinde görünmüyor. Beyoğlu Belediye Meclisi, geçen salı günü "olağanüstü" toplanmış. İmar konularının (mevzuat gereği) önce İmar Komisyonu'nda tartışılması, orada hazırlanacak raporun Belediye Meclisi'ne aktarılması gerekirken... Komisyon devre dışı bırakılıyor.. Anakent'ten gelen "öneri", hiç tartışılmadan "tavsiye kararı"na dönüştürülüyor.
CHP İstanbul İl Başkanı M.Ali Özpolat bu gelişmelere bakarak "Amaçları cami değil, Taksim'deki Atatürk Anıtına karşı bir şeriat abidesi dikmektir. " diyor. Halkı bu girişime karşı direnmeye çağırıyor.
Eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen, ise gelişmeleri şöyle değerlendiriyor:
- Cami için önerilen yer, park alanıdır. Burası 1930'lu yıllarda İstanbul'un planlamasını yapan Prost'tan beri yeşil alandır. Parkın yapılaşmaya açılması yasaya aykırı. Bu yüzden projeye Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun onay vereceğine inanmıyorum. Taksim'e cami konusu birçok başka açıdan da mevzuatı zorluyor. Sözgelimi.. yasalar, belediyeye ait arsa üzerinde cami yapmaya elvermez. Belediye, camiyi kendi yapmayacağına göre, yasaya aykırı olarak arsasını bir cami yaptırma derneği veya vakfına vermeyi veya satmayı planlıyor, ki bu girişim en başta belediye mülkünün devri anlamında yasal çerçeveye uygun değil. Cami yapımına karşı değiliz. Amaç gerçekten de cami yapmaksa, böyle bir ihtiyaç görülüyorsa, "imar planlarına ve kentçilik anlayışına uygun" bir proje geliştirmek zorunluluktur...
TV ekranı aracılığıyla evlere - odalara dek giren şiddetin; "Şerefsizleeer!", "Kafana sıkarım!.." nidalarının bilinçleri nasıl yaraladığına (ve özellikle..) çocukların psikolojik dengelerini ne yönde etkilediğine dair... Psikolog Nur Yaycıoğlu'nun görüşleri:
- Ekranda görünen şu: Ne kadar kötüysen o kadar "iyi"sin!.. Atatürk'e hakaret ediyorsan baş köşede saatlerce konuşursun. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, kara para aklama gibi karanlık işlerle uğraşıyorsan, "herşeyi `vatan' için yaptığını" söylemen, hakaretler yağdırıp "Asarım, keserim!" nidaları atman yeterli olur; artık sen "iyi"sindir!.. Tüm bunların "toplumun gerçeği" olarak algılayan körpe bilinçler için "duyarsızlaşmaktan" başka çare kalmıyor. Duyarsızlık, bir tür kendini koruma mekanizmasına dönüşüyor.. Çünkü sürekli bu "şiddet"i düşünür ve kahrolursan "uyum" sağlayamazsın, ruhsal dengelerin bozulur.. Buna karşı öyle bir mekanizma gelişiyor ki; bilinç, "Toplum böyle! Ne yapabilirim ki! En iyisi ben kendi işime bakayım!.." diye kendini savunmaya çalışıyor. Belki üzülüyorsun, ama bir yere kadar. Tümüyle kahrolmamaya çalışıyorsun. Bu "korunma mekanizmaları" sayesinde insanlar giderek duyarsızlaşırken "kötü" güçler de çizgi filmlerde olduğu gibi "dünyamızı" ele geçiriyor...
Yalandan, dolandan, talandan, soygundan, vurgundan illallah demiş milyonlarca seçmenin oyunu almış, solun en büyük partisi olmuş.
Ortalık eskiyi bile aratır ölçüde hergün yeni bir rezaletle, yeni bir skandalla çalkalanıyor. Faili meçhul cinayetler konusu kapanmadan Susurluk patlak veriyor, o bitmeden tarikatlar...Milyonlarca emekçinin üzerine bir karabasan gibi çöken hayat pahalılığı ise zaten gündemin değişmeyen maddesi...Özelleştirme adı altında yıllardır süregelen vurgunu, hergün bir yenisi patlak veren yolsuzlukları anlatmaya ise gerek yok. Kısacası memleketin içinde bulunduğu ahval ve şerait, bir sol partinin gündemi yakalayıp damgasını vurması, kitleleri peşine takıp sürüklemesi için son derece uygun.
Ama ne acıdır ki, bu ahval ve şerait içinde dahi ortada görünen bir sol parti yok. CHP biraz kıpırdıyor ama DSP hiç yok.
Çetelerle mücadeleyi sağcı Mesut Yılmaz götürüyor, tarikatlerle olanı İslamcı yazar İsmail Nacar.
Peki, DSP nerede? Geçenlerde aldığı yargı kararıyla DSP'ye yeniden dönen Edirne milletvekili Erdal Kesebir bu soruya acı bir yanıt veriyor:
-Çok acı birşey söyleyeceğim size, bugün maalesef TÜSİAD bile DSP'nin soluna geçmiş durumda...Son raporlarına bakınız...Milli Güvenlik Kurulu'nun konumunu onlar tartışıyor, imam hatip okulları konusunu onlar eleştiriyor. Ülkemizin demokratikleşmesini onlar savunuyor. DSP yönetiminin tek gündem maddesi var; o da partiyi solla, kitlelerle kucaklaştıracak insanları partiden uzak tutmak.
- Amaç?
- Lideri ayakta tutmak... Partinin tek çabası ve tek gündem maddesi bu... Lider partiyi bu tek maddeye hapsetmiş, kadroların ülke meseleleriyle ilgisini kesmiştir...
Peki DSP'ye oy vermiş milyonlar bu manzara karşısında ne yapıyor? Hiç...