Melih Aşık

Melih Aşık

m.asik@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

ANAP bünyesinde genç "girişimci" ve "politikacı adaylarını" biraraya getiren Arı Grubu'nun Ceylan İntercontinental Otel'de düzenlediği geceye katılanlar arasında İstanbul eski İtfaiye Müdürü Abdurrahman Kılıç da vardı. Ayaküstü sohbet sırasında konu, 2 itfaiye erinin ölümü, 21 erin de yaralanmasıyla sonuçlanan Tuzla yangınına geldi. Abdurrahman Kılıç arkadaşımız Aydın Arıcıoğlu'na dedi ki:
- RP'li Belediye, itfaiyeyi siyasal baskı altına aldı ve mahvetti. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde hiç görülmedik bir kıyım yaşandı itfaiyede. Teknik eğitim yerine din eğitimi başlatıldı. Personele öncelikle ilkyardım ve risk durumları, müdahale teknikleri öğretilmesi gerekirken ahlak dersleri kondu. Onbaşı olmak için sınava giren bir itfaiye erine, "Cuma namazı en az kaç kişiyle kılınır?" diye sorarsanız ve bu yolla terfi ettirirseniz o itfaiyeden başarı beklemeniz mümkün değildir. Daha da vahimi, irtica nedeniyle ordudan atılan subaylara itfaiyede görev verilmesidir. İtfaiye müdür yardımcıları; ordudan atılan subaylar, İlahiyat ve Yüksek İslam Enstitüsü mezunları arasından seçilmektedir, ki.. bunlar hayatında hiç yangın görmemiş kişilerdir. İtfaiyenin tarihi boyunca, ne Osmanlı'da, ne yakın tarihte dışardan yönetici ataması yapılmamıştır. Ama yazık ki artık itfaiye tamamen siyasal bir yapıya dönüştürüldü. Sorunların en büyüğü budur. Son olarak da Tuzla yangınından çok kısa bir süre sonra ordudan atılma astsubaylar, yangın konusunda hiçbir bilgi ve deneyimleri olmamasına rağmen itfaiyeye alınmışlardır...
- Tuzla yangınında görev yapan amirler?..
- Büyük kusurları vardır bana göre. İtfaiye erine bir yere "gir" denmez. Çünkü o zaten riski düşünmeden kendisi girer. Asıl önemlisi, "Orada risk var, girme!" diyebilecek kadar ehil, tecrübeli itfaiye amirlerinin bulunmasıdır. Ama siz bir amir olarak yangını sadece gazete sayfalarından ve TV görüntülerinden tanıyorsanız, riski bilemezsiniz ki...

Nazlı Ilıcak'ın aranmakta olan polis şefi İbrahim Şahin'i konuk ettiği sohbet programı, hayli ses getirdi...
Polisin bir türlü bulamadığı polis şefini bu defa bir televizyon gazetecisi bulmuştu!..
Ancak... İstanbul Barosu eski Başkanı Avukat Turgut Kazan'ın bu "sohbet"in "önemli bir gazetecilik başarısı" sayılabileceği konusunda ciddi kaygıları (ve hatta sert eleştirileri) var:
- Eğer bu sohbet, "devletin yakalayamadığını ben buldum!.." mesajını verse ve konuşmayı yapan kişi mesela İbrahim Şahin'in neden teslim olmadığını ortaya çıkarma çabası içinde olsa, anlarım... Ama... Nazlı Ilıcak'ın açıkça Şahin'i "aklama" yönünde çaba göstermesi korkunçtu. Besbelli ki; birlikte oturmuş, derslerini çalışmış, prova yapmışlar. Şahin de bu mizansen içinde, "Basının ve siyasetçilerin ne kadar yalancı, kendisinin ne kadar vatansever ve milliyetçi olduğunu, kendisiyle ilgili bütün suçlamaların ne kadar yalan olduğunu! " falan anlattı. Bu hakime gözdağıdır. Onu yargılayacak hakim de sonuçta bir yurttaş; tek başına bir insan. Bakın birkaç gün önce de Ayhan Çarkın, "Şahin tutuklanırsa daha çok can yanar!" dedi. Bunlar meydan okumadır, gözdağlarıdır... Böyle televizyonculuk olmaz, hiç bir demokraside böyle TV programı yapılmaz. Bizim televizyonculuğumuz da demokrasimiz kadar işte...
Bu arada... Konuşması sırasında sürekli basını suçlayıp kendilerine yöneltilen suçlamaların emniyet teşkilatını yıprattığı iddiasında bulunan İbrahim Şahin'e dün Radikal'de Hakkı Devrim'in şu notu vardı:
- Sen de gidip teslim olmayarak emrinde çalıştığın Devlet'in itibar ve şerefiyle oynamıyor musun?

İşadamı ağırlıklı genç politikacı adaylarınca Haziran 1994'te kurulan ANAP yanlısı Arı Grubu'nun davetinde Mesut Yılmaz da hazır bulundu. Genç ANAP'lılara hitaben konuşan Yılmaz RP'nin "laiklik" anlayışı üzerine ilginç bir saptama yaptı:
- Refah Partisi yıllarca "insanların laik olamayacağını", ama "devletin laik olması gerektiğini" söyledi. Bu aslında doğrudur. Ve Anayasamızda da böyledir. Ama Refah Partisi iktidara gelince kendisinin artık devletin bir parçası olduğunu unuttu. İktidardaki bir siyasi partinin inançlar üzerine siyaset yapmasının laikliğe aykırı olduğunu unuttu... İcraatıyla devleti laik olmaktan çıkarttı...
Mesut Yılmaz'ın söz ettiği "çelişki"nin altını özenle çizmek gerekiyor: Siyasal bir örgütlenme olan devletten "laik" olmasını ve "dine karışmamasını" isteyeceksin... Ama.. "devleti yönetmeye aday" bir siyasal örgüt olarak sen... Tüm politikanı "din ve inanç" ekseni üzerinde yürüteceksin... Açık bir çelişki değil mi?